27 Şubat 2012 Pazartesi

Bir şehri sevmenin ve nefret etmenin tek yolu...


      Ankara’nın Bahçeli'sinde, birkaç saatliğine sofrasına ve sohbetine katılma şansını yakaladığımda, İstanbul’da yaşadığımı öğrenen Sevgili Emre Madran Hoca, bana hiç duraksamadan şunu sormuştu: “Söyle bana, nasıl yapıyorsunuz?”
Ortamın ve sohbetin güzelliğini hazmetme gayreti içinde olan ben, o şaşkınlıkla hocanın sorusunun mealini anlamaya çalışarak, "Neyi nasıl yapıyoruz hocam?" diye cevap verdim. Meğer hoca bir İstanbul ziyaretinde, "hadi akşama buluşup, bir şeyler yiyip içelim" diye aradığı dostlarının; ulaşımı, buluşma mekânını, evdekileri, davete icabet edilse bile geri dönüş yolundaki zorlukları bahane olarak sıralamalarını dinlemiş ve “keşke en az iki gün önceden haberimiz olsaydı” cevabı karşısında hayrete düşmüş. Yaşamakta olduğu Ankara’nın en güzel taraflarından birini de şöyle açıklamıştı: “Biz burada telefonu kapattıktan 20 dakika sonra masaya otururuz. Masadan kalktığımızda da en az iki kapıyı kahve içmek için çalarız.”
Üniversite yıllarını Ankara’da geçiren ben, hocanın ne demek istediğini öyle iyi anlıyordum ki...
 Anlıyorum çünkü ;  biz büyük şehirlerde yaşayanlar ( kızım İstanbul sana söylüyorum, gelinim Ankara sen anla) sokağa her adım attığımızda, kalabalıktan, trafikten, pahalılıktan bunalıp sayıp sövmeyi günlük âdet haline getirdik çoktan.
Tüyap Kitap Fuarı için İzmir’den gelen arkadaşlarımızdan biri, bu şehirde yaşama hayalini, her türlü keşmekeşine ve zorluğuna gönüllü razı oluşunu anlatırken, daha birkaç saat olmuştu uçaktan ineli. Oysa ertesi gün 2,5 saat arabayla gidip, 3 saatte de geri döndüğü fuar ziyareti sonrasında, bir yerden bir yere gitmek için, hocayı hayrete düşüren 2 ekstra güne neden ihtiyaç duyduğumuzu anlamış olmalıydı. Hatta o gece hep beraber yemek yediğimiz masamıza her gelenin, önce yaşadığı ve mecbur olduğu keşmekeşe, sonra da trafikte harcanan zamana saydırıp sövmesinden anlamalıydı ne çektiğimizi.


Orhan Veli’nin gözlerini kapatıp dinlediği İstanbul değil artık bizim yaşadığımız şehir. Artık sadece hava bedava dışarı çıktığımızda. Korkumuz, bir gün sokağa adım attığımızda, içimize çektiğimiz havanın parasını talep edecek belediye memurları ile karşılaşmak.  Ya suya ne oldu dersiniz bu arada? Bir gecede yüzde yüz zamlandı. Bir yada iki gün önce 50 kuruşa aldığımız su şişeleri, hem marka hem de fiyat olarak sınıf atladı. Üstelik sertliğini hiç sevmediğimiz, içmekten imtina ettiğimiz bir şişe suya, iki katı ödemek zorunda bırakıldık.

 * Bu İstanbul ki emsalsiz ve değerlidir,Bir taşına bütün Acem (İran ) ülkesi fedadır.

Edilen tüm bu şikâyetlere rağmen, hiç kimse, pılıyı pırtıyı toplayıp, artık beton yığını haline gelmiş bu şehirden kaçarak huzur bulacağı bir yere gidip yerleşmeyi aklından bile geçirmez. Aklından geçirse bile hayata geçirecek cesareti bulamaz kendinde. Çünkü vazgeçemeyiz hiçbirimiz, bir gurup vakti İstanbul silüetini şehrin değişik yerlerinde seyretmekten. Muazzam bir gün batımında, muhteşem renklerle bezenmiş manzaranın, o kısacık an boyunca bize yaşattığı hazla başka hiçbir şeyin önemi kalmayıverir.  Bir vapurun güvertesinde içtiğimiz çay ne kadar karbonatlı umurumuzda olmaz. Çünkü o acı tat yerine gözün gördüğü güzelliklerdir hatırda kalan. İşte o anlarda anlarız vazgeçemeyişin nedenini ve hak veririz şair Nedim’in  “Bu şehr-i Sitanbul ki bi misl ü behadır, Bir sengine yekpare Acem Mülkü fedadır” * deyişine. 

Ve o anları düşünürüz hep; tıpkı tutkulu bir aşkın kalpte bıraktığı duygular gibi, unutmaya çalışıp da asla kalbimizden silemediğimiz hem üzüp hem de mutlu etmiş yar gibi, tıpkı acı çekerken aynı anda o acıdan gizli bir zevk aldığımızı fark eder gibi…
Düşünür ve anlarız, bir şehirden nefret ederken, aynı anda ondan vazgeçemeyecek kadar tutkuyla bağlı olmanın adıdır İSTANBUL. Ve sevmek, her şeye rağmen kalmaktır belki...



1 yorum: