6 Kasım 2012 Salı

Göbeklitepe ( Part2 Devam Edin Plizz)

Ay şekerim söylemesi bile çok hoş... Göbeklitepe :)) 

Foto : nationalgeographic.com/2011/06
Konferansı dinleyenlerden biri şunu sordu; Nasıl yani Göbeklitepe? Yurt dışında da mı böyle söyleniyor. 

Aynen öyle söyleniyor."Belly Hill " dememiz gerekmiyor anlasınlar diye. Göbeklitepe yazılıyor ve yazıldığı gibi okunuyor.  Zaten herkes de böyle biliyor. Nerede kalmıştık? Gelelim alan hakkında ki hap şeklinde bilgilere... 


Foto: http://www.smithsonianmag.com
 Göbeklitepe de yapılan zemin taramalarında, yaklaşık 300 mt2 lik bir alan içerisinde 22 tane tapınak yapısı tespit edilmiş.  

Tapınaklardan henüz 6 tanesi açılmış durumda. Açılan tapınaklar A, B, C, D, E, F olarak adlandırılmış.  

Karbon 14 testi uygulanmış ve 12.000 yıl öncesine ait olduğu tespit edilmiş.


Klaus Hoca açmalarda karşılaştıkları yapıların birer tapınak olduğundan emin. Teknoloji ve bilimin geldiği yer artık toprağın üzerine koyduğuz jeotermal aletlerle altında ne olduğunu söylüyor ama insan zihni hala M.Ö 12 000 yıl önce bu insanların hangi mantıkla ne düşünerek buralara bu devasa dikmeleri belli bir düzen içerisinde  yerleştirdiklerini  açıklamaktan aciz. 

Burası günlük yaşam alanı değil, Dini maksatla kullanılmış bir kült merkezi. Arkeologların tanımıyla “Dünyanın İlk Tapınağı”.

Peki burada kimler yaşıyordu? Henüz yerleşik düzene geçmemiş insan topluluğu.Tarımı keşfetmemişler.Avlanıyorlar ve toplayarak yaşıyorlar. Doğal çevreleri sürekli değişiyor. Burda akla gelen ve hala cevabı bulunamayan bir başka soru da bu özelliklerde bir insan topluluğunun dinsel inanışları adına, ellerinde sadece çakıl taşından yapılma aletlerle, devasa boyut lardaki bir yapı topluluğunu planlayıp inşa ettikleri.

Foto : Haldun Aydıngün

Ortaya çıkartılan yapılar birbirinin benzeri. Dairesel veya elips formunda. Yüksek taş duvarları ve bu duvarlara gömülmüş 12, yuvarlağın tam ortasında açıları aynı yöne yani Mezopotamya Ovasına bakan 2 adet T şeklinde dikmeler var. İnsanların neden bu kadar çaba harcadıkları ve bu yapıları planlayarak ayağa kaldırdıkları hala büyük bir soru işareti.

Foto : Klaus Schmidt


Dikmelerin üzerinde tilki, yılan,yaban domuzu, yaban eşşeği, turna kuşu, leylek, aslan, akrep, örümcek gibi hayvan betimlemeleri var. Taşlar üzerindeki figürlerin ve betimlemelerin ne anlama geldiğini öğrenebileceğimiz bir kaynak yok.Ortya atılan görüşlerse tahminden öteye gitmiyor.

Belçikalı bir arkeozoolog Joris Peters, 1998 den beri kazı alanından çıkan 100 bin parça kemik üzerinde çalışmış.Çalışılan kemiklerin % 60 ı ceylan kemiği.

Bu bilgi akla iyisini bulduğumuzda kendimizden geçerek tükettiğimiz çiğköftenin de ilk defa ceylan etinin baharatlarla yoğurularak yapıldığını getiriyor. 

En meşhur Urfa türkülerini seslendiren en meşhur Urfalı sanatcılar- isimvermiyorum ama siz anladınız onu- gezme ceylan bu dağlarda seni avlarlar- diyor.

Bir zamanlar bu kadar çok olan ceylanlar, bu gün artık yok olmak üzereler. Memleketin en meşhur Ceylan Üretme Çiftliği de Urfa'ya 140 km uzaklıkta CEYLANPINAR da.

   
Peki ya siz Göbeklitepe'yi ziyarete ne zaman gidiyorsunuz?



5 Kasım 2012 Pazartesi

Göbeklitepe

Göbeklitepe ; The Oldest Temple of The World


Yani Dünyanın en eski tapınağı. Yani Fulya Turkuaz Rotary Klüp için verdiğim konferansın konusu...
Aslında hiç aklımda yoktu. Ama Mücü'cüm taaa Amerikalardan arayıp,"İzine geliyorum ne olur beni bir yerlere götür.Daha doğru dürüst bir yer görmedim " dediğinde, kendisine "tailor made" bir program yapıp, uçağın terkisine atıp,- tamamen doğru dürüst bir yer göstermek adına- , ver elini URFA yaptım valla...

URFA ya teknik olarak ŞANLIURFA dememiz gerekiyor ama müsadenizle ben bu yazıda kendisinden kısaca URFA diye bahsedeceğim. Bildiğiniz üzere bu güzel şehre aynı zamanda Peygamberler diyarı da deniyor. İbrahim, Eyüp, Lut, Şuayip ilk aklıma gelenler... Hepsi Urfa ile bir şekilde alakalı... Bunun için Peygamberler diyarı.

Bu gezinin benim için en ilginç yanı daha önce hiç görmediğim bir noktayı da görecek olmam. Heyecanlıyım. Meslek hayatım boyunca bir sürü kazı alanına girdim çıktım ama burası beni hepsinden daha fazla heyecanlandırıyor. Çünkü;

1. Burası Dünyanın En Eski Tapınağı. Dünya yüzeyinde Göbeklitepe'den daha eskiye tarihlenen bir yer yok. 

2. Bize ilkokulda öğretilen tarih Sümerlilerin yazıyı bulmasıyla başladı tezini ortadan kaldıran bir yer. Şimdilik birileri aksini ispat edene kadar tarih benim ülkemde başlıyor.

3. Güzel ve yalnız ülkemde adını kime söyleseniz "Hımmm... Ne şirin bir isim... Orası nerde? " den daha fazla (tabiki istisnalar kaideyi hiç bir zaman bozamıyor) tepki alamayacak olmanıza rağmen Dünyanın gözü kulağı burda. Herkeslerin ezberini bozdu. Bir tek memleketimin pek umuru olmadı.

4. Tarihin değişmesine tanık oluyorum.

Eylül ayının güneşli bir sabahında,Mücü'cümle birlikte atlayı verdik Urfa uçağına, iniverdik GAP havaalanına. Şöförümüz bizi götürüp bıraktı kazı alanının kapısına. Çok uzak da değil aslında. Şehir merkezinin  aşağı yukarı 15 km kuzeydoğusunda. Havaalanından şehre doğru ilerlerken "Mardin" tabelasını görünce sola dönüp tabelaları takip ediyorsunuz. Hop ! Göbeklitepe'desiniz.

Elimde fotoğraf makinesi, bir yandan yürüyüp bir yandan etrafı fotoğraflıyorum. Ortam da sadece sarı ve grinin tonları var.

Bizi kazı evinin girişindeki karavanın önünde "Şu tarafa doğru gideceksiniz" diyen güleryüzlü bir görevli karşıladı. Urfa'nın yerlisi belli. Peşimizden usul usul gelip biz onunla konuşana dek konuşmadı bizimle.


Adı Fevzi. Hayatımda gördüğüm,işini tutkuyla yapan ender insanlardan biri. Göbeklitepe'nin site bekçisi. Onunla konuştukca  Fezvi Bey, sen hangi okulları bitirdin, ne eğitim aldın da bu kadar farkındasın herşeyin? " diyesi geliyor insanın.

Aslında burada çalışmak onun için ayrı bir önem taşıyor. Çünkü babasının tarlasında çalışıyor. GT yi Fevzi beyin babası Savak amca taşları temizlerken ortaya çıkartmış. Tarladan çıkan taşları,-ki bazılarının her yeri ortada, eve koysan olmaaaz...!!- toplayıp müzeye götürmüşler. Alın bunları geri demesinler diye ne telefon bırakmışlar ne adres. Hani bir soran olsa "Örencik köyünden birileri" dışında bir adres yok :)

GT yi kazan ekibin başkanı olan Prof. Klaus Schmidt Urfa müzesini ziyaret ederken bir köşede sessiz sedasız duran parçaların nerden geldiğini sorarak başlıyor maceraya.

Sonra, 1963 de yazılmış bir yüzey-araştırması raporunu alıyor eline, bu raporun izlerini sürerek 1994 sonlarına doğru, üzerinde durduğu tepenin ömrünün bundan sonrasını geçireceği yer olduğunu anlıyor. Alman Arkeoloji Enstitüsü adına 1995 de kazıya başlıyor.



Göbeklitepe Kazı Alanı (Foto: Teoman Cimit)



Kazının bu sene 17. senesiymiş. Her sene havanın yaz aylarındaki dayanılmaz sıcaklığından dolayı 2 ay ilkbaharda , 2 ay da sonbaharda kazı yapılıyor. Ortalama 70 kişilik bir ekip çalışıyor.

Şimdi ben buraya kadar anlattıklarımla - ki daha anlatacak çok şeyim var- bir merak uyandırabildim mi bünyenizde? Cevabınız "Evet" se... Bi zahmet öbür yazıya da tıklayı verin. Üfff amma uzun yazmış diyenleri utandırayım burada.

11 Mart 2012 Pazar

Trabzon'da Türk Kahvesi İçmek Zor - 2 /Kahvenin Hikayesi

Bu yazıyı okumaya başlamadan, Trabzon'da kahve içmek ne alaka ?dememeniz için 1 nolu yazıyı okumanızı hatırlatmak isterim. En son Boztepe'den aşağı doğru ilerlerken, tur otobüsümdeki yolculara, tamamen o anda verdiğim bir kararla, belki de Türklerin özellikle Karadenizlilerin çay tutkusunu anlatmaktan daha kısa süreceği için kahve ile ilgili kısa bir konuşma yaptım. Yazının sonunda okuyacağınız kendimi içinde bulduğum Karadeniz fıkrası tadında duruma rağmen, hiç de pişman değilim. Bilsinler istedim. Greek Coffe diye bir şey yoktur. İstedikleri kadar tescil ettirmeye çalışsınlar, kahve de bizim baklavada. Hadi alın kahvelerinizi elinize,buyrun kahvenin kısa hikayesine;
  • Kahve Arapça kökenli bir kelime... Hikayeye göre Etyopya'nın güneyinde "Kaffa" yöresinde keçilerini otlatan çobanın "bu keçilerde pek bir keyifle dolanıyor" diyerek şüphelenmesiyle keşfedilmiş.Kumlu tepelerin eteklerinde yetişen bir ağacın kırmızı meyvelerinin çekirdeklerinden elde ediliyor.
  • En çok bilinen iki ağaç var. Arabica ve Robusta. Arabica yüksek tepelerdeyetişiyor. Hassas ısı dengesi gerekiyor bu ağaç için... İri çekirdekleri var... Aromatik ve az kafeinli. Robusta ise alçak rakımda yetişen, kolay meyve veren bir ağaç.Tadı acı, daha az aromatic,daha çok kafeinli...Bu ağaçlar neye benziyor diye merak edenlerinize nacizane Hz. Google'a sormalarını öneriyorum.
  • Kahve, Osmanlı topraklarında, 16 yüzyılda Kanuni’nin Yemen’i fethetmesinden sonra, o sıralarda Yemen Valisi olan Özdemir Paşa’nın İstanbul’a getirdiği çekirdekler sayesinde önce sarayda, daha sonra da halk arasında da çok sevilip popüler hale geldi. 
  • 16.yy dan bu yana , İstanbul’un Eminönü’nde “Taht-el-kale” denen muhitte, kahve ticareti  yapılır. Önünden mis gibi kokan taze paketlenmiş kahveyi almak için sıra bekleyenlerin eksik olmadığı meşhur Kuru kahveci Mehmet Efendinin dükkânı da buradadır.
  •  Askerin moralini yüksek tutmak için yanlarında çuval çuval kahve çekirdeği götüren Osmanlı, Viyana kapılarından geri dönerken, fazlalık yapan her şey gibi kahve çuvallarını da gittikleri yerde bırakır. Böylece bugün kahveleriyle de nam salmış Viyana şehri 17.yüzyılda Türkler sayesinde kahveyle tanışır. Aklınızı karıştırmak gibi olmasın, bu Muhteşem Süleyman devri değil, IV. Mehmet zamanı, Viyana kapılarının ikinci defa yoklandığı tarihtir.
  •  
    Sene 1810...Yer Paris...Mekan Türk Kahvesi
     Ardından 1699 da Sultan IV. Mehmet’in elçisi olarak Paris’e gönderilen Süleyman Ağa’nın konağında kahve misafiri olmak, Fransız sosyetesinde ayrıcalık haline gelir. 19.yüzyılın başında Paris’de Türk kahvesi yapan kafeler açılır. 

 

Osmanlıdan günümüze, Anadolu kentlerinde, sahil kasabalarında, tüm güzel köşelerde, kentin, kasabanın yada köyün ayrılmaz bir parçası olan “KAHVEHANE” ler açılır ve birer sosyal merkez haline gelir. Türkiye’de kahveden başka “ÇAY” da bu mekânların vazgeçilmezidir

Yukarıda anlattıklarımı dinleyen İngiliz misafirlerimizle, turun son durağı olan açık hava kahvesine geldiğimizde, bu kısa konferansı dinleyen 32 kişilik grubumun anlattıklarımdan etkilendiğini içlerinden 26 tanesinin “Türk Kahvesi” siparişi vermesiyle anladım.Ben biliyordum niye böyle olduğunu ama neden herkesin kahve içmek istediğini anlamaya çalışan, daha önce 32 turisti bir arada görmemiş kahvecinin çırağı da, girdiği hayal âleminden ustasından işittiği azarla çıkıverip, pişen kahveleri misafirlere taşımaya başladı. Aşağı yukarı aradan bir yarım saat geçti.
Molanın sonuna doğru hala siparişi gelmeyenlerin olduğunu görünce, hafif bir panikle kahveciye koştum. Trabzon’da kahve içmenin zorluğunu kahvecinin o muhteşem Laz şivesiyle yaptığı açıklamayla anladım.
 “ Rehper aplacuğum! Ha bizim buraya cünde en fazla 5 kaave satili. E benum var 12 fincanum. İsterüsen yapayım Nesgafe pardağunda cerusini da !”
" Sende haklisun ustaciğum ! Ellerin dert cörmesin da !" :)) 



27 Şubat 2012 Pazartesi

Kamerama Takılanlar... Ordan... Burdan (Geç Kalmış Yayın)

Beyrut da sabahları şeker tadında hava, yılbaşı ertesi her yer kapalı, insanlar geceden kalmış, uykuda… fotoğraf çekmek için saldım kendimi sokaklara…

 Beyrut da  her dine ,her meshebe ait ibadethaneler sırt sırdta gökyüzüne uzanıyor.

Downtown da mavi kubbeli El- Emin Camii ve hemen yanıbaşında St.George Ermeni Katedrali. Katedralin girişi, yıldız formu  verilmiş, ortasındai saat kulesinin bulunduğu , 8 sokağı birleştiren meydana açılıyor.








 Grand Serail dedikleri, eski Osmanlı kışlasının hemen önünde uzanan Roma Hamamı kalıntıları.Tabandaki ısıtma sitemi, tekniği mükkemmel şekilde gösteriyor görebilen gözlere...


 
 Lübnan'ın Turgut Özal'ı olarak nitelenen,savaş sonrasında küllerinden yeniden doğmaya çalışan ülkenin lideri Refik Haririi'nin mezar anıtı. Halk, yolunun üzerindeki mezar anıtını günün her saati ziyaret edip dua ediyor.



  Beyrut'da nadir olarak görebileceğiniz korunan eski ve eskiyi yok etmek üzere olan modernizmin bir  aradaki uyumu.







Trabzon’da Türk Kahvesi İçmek Zor - 1


Güzel ülkemin güzel insanlarının yaşadığı, Karadeniz bölgesinin Türkiye haritasındaki yerini gözünüzün önüne getirin. Bir sağına, bir ortasına, bir de soluna 3 nokta koyun. En sağdakine Trabzon, ortadaki ne Samsun, en soldakine de Sinop diyin. Bu yazının konusu o en sağdaki Trabzon’da geçiyor. 

Trabzon sırtını dik yamaçlara dayamış, bölgenin Samsun’dan sonra en büyük ama İstanbul’la kıyasladığınızda, onun birçok ilçesinden küçük ve o ilçe nüfusundan az kişinin yaşadığı bir cennet kent. Genel nüfus 2010 yılı rakamlarına göre 764.000 kişi. Merkezde yaşayanlarsa 230.000 civarı. Kentin tıpkı İstanbul gibi bir Ayasofya’sı var. Öte yandan her gidişimde içim acıyarak görüyorum şehrin sırtlara yükselen yeni apartmanlarını. Her gittiğimde biraz daha yok oluyor şehrin kendine has o güzelim yeşili. Tıpkı İstanbul gibi.
Ununu elemiş, eleğini de duvara asmış ama gezip görmekten vazgeçmemiş, üçüncü yaş grubu İngiliz misafirlerimiz, Trabzon limanına yanaşan gemiden inip, ortalama 30 kişilik gruplar halinde otobüslere biniyorlar. Benim otobüsümde tam 32 kişi var. Rakam, bu hikâyenin ana fikri açısından önemli.
         
Bizans’ın İmparatoru akıllılık edip kıyıya kurdurtmuş kilisesini. Bizans topraklarında yaşayan denizciler, sefere çıkmadan önce, kıyıdaki bu kiliseye gelip, sağ salim ailelerine kavuşabilmek için dua ederlermiş. Oradan da açılıverirlermiş, Ayasofya’nın arka bahçesinden baktığınızda sonsuzmuş gibi duran gri renkli denize. Bugün Trabzon limanından çıkıp Ayasofya’nın kapısına ulaşmak en fazla 5 dakika alıyor. Hadi olsun 7 dakika. 

Resim kendi arşivimden değil.Kimin kadrajından çıktığını da bulamadım.
Bukadar mı dediğinizi duydum. Hayır elbette o kadar değil.  Trabzon'un tepelerine kurulu o bembeyaz köşkü ziyaret etmeden dönülürmü limana. Atatürk'ün şehri ziyaretlerinde konakladığı bu beyaz dantel gibi bina, halk tarafından satın alınıp hediye edilmiş Ata'sına.Şimdi müze olarak ziyarete açık.
 
Günün sabah kısmında bitirdiğim Ayasofya turunun ardından, öğle sonrasında bana düşen turun adı BOZTEPE. Karadeniz’in neredeyse her şehrinde bir Boztepe var. Genelde araçla ulaşabildiğiniz en yüksek rakımlı ve neredeyse şehrin tamamını kuşbakışı görebildiğiniz yere Karadeniz’de Boztepe deniyor. En azından benim gördüğüm bütün Boztepeler böyle. “Adını Boztepe koyduğumuz ”  bu Trabzon turu bir “ oryantasyon” turu. Yani misafirleri otobüsle şehirde dolaştırıp, etrafı tanıtacağız onlara. Otobüsten ancak fotoğraf çekmek için inebilirler. Boztepe’ye çıkılıp Trabzon’a tepeden bakılacak. Fotoğraf molası verilecek.

Ve yine tahmin edeceğiniz üzere Trabzon gibi bir şehirde, bu işi turun ilk yarım saatinde tamamlamak mümkün. Gezimizin son durağı, Trabzon’un çok sevdiğim kocaman ağaçları altındaki çay bahçelerinde vereceğimiz çay-kahve molası. Fotoğraf için durduğumuz yerle çay-kahve molası arasında ki en fazla 10 dakikalık yolda, elimde mikrofon, otobüsteki yolculara Karadeniz’in çayını değil de kahvenin bu topraklara nasıl geldiğini anlatmayı seçtiğimde, bilmiyorum az sonra başıma gelecekleri. Her bir turda öğrenecek bir şeylerin olduğunu ve “asla ben oldum” dememek gerektiğini biliyorum sadece.
Merak mı ettiniz?  Hadi o zaman tıklayın "Kahve'nin Hikayesi" ne :)

Bir şehri sevmenin ve nefret etmenin tek yolu...


      Ankara’nın Bahçeli'sinde, birkaç saatliğine sofrasına ve sohbetine katılma şansını yakaladığımda, İstanbul’da yaşadığımı öğrenen Sevgili Emre Madran Hoca, bana hiç duraksamadan şunu sormuştu: “Söyle bana, nasıl yapıyorsunuz?”
Ortamın ve sohbetin güzelliğini hazmetme gayreti içinde olan ben, o şaşkınlıkla hocanın sorusunun mealini anlamaya çalışarak, "Neyi nasıl yapıyoruz hocam?" diye cevap verdim. Meğer hoca bir İstanbul ziyaretinde, "hadi akşama buluşup, bir şeyler yiyip içelim" diye aradığı dostlarının; ulaşımı, buluşma mekânını, evdekileri, davete icabet edilse bile geri dönüş yolundaki zorlukları bahane olarak sıralamalarını dinlemiş ve “keşke en az iki gün önceden haberimiz olsaydı” cevabı karşısında hayrete düşmüş. Yaşamakta olduğu Ankara’nın en güzel taraflarından birini de şöyle açıklamıştı: “Biz burada telefonu kapattıktan 20 dakika sonra masaya otururuz. Masadan kalktığımızda da en az iki kapıyı kahve içmek için çalarız.”
Üniversite yıllarını Ankara’da geçiren ben, hocanın ne demek istediğini öyle iyi anlıyordum ki...
 Anlıyorum çünkü ;  biz büyük şehirlerde yaşayanlar ( kızım İstanbul sana söylüyorum, gelinim Ankara sen anla) sokağa her adım attığımızda, kalabalıktan, trafikten, pahalılıktan bunalıp sayıp sövmeyi günlük âdet haline getirdik çoktan.
Tüyap Kitap Fuarı için İzmir’den gelen arkadaşlarımızdan biri, bu şehirde yaşama hayalini, her türlü keşmekeşine ve zorluğuna gönüllü razı oluşunu anlatırken, daha birkaç saat olmuştu uçaktan ineli. Oysa ertesi gün 2,5 saat arabayla gidip, 3 saatte de geri döndüğü fuar ziyareti sonrasında, bir yerden bir yere gitmek için, hocayı hayrete düşüren 2 ekstra güne neden ihtiyaç duyduğumuzu anlamış olmalıydı. Hatta o gece hep beraber yemek yediğimiz masamıza her gelenin, önce yaşadığı ve mecbur olduğu keşmekeşe, sonra da trafikte harcanan zamana saydırıp sövmesinden anlamalıydı ne çektiğimizi.


Orhan Veli’nin gözlerini kapatıp dinlediği İstanbul değil artık bizim yaşadığımız şehir. Artık sadece hava bedava dışarı çıktığımızda. Korkumuz, bir gün sokağa adım attığımızda, içimize çektiğimiz havanın parasını talep edecek belediye memurları ile karşılaşmak.  Ya suya ne oldu dersiniz bu arada? Bir gecede yüzde yüz zamlandı. Bir yada iki gün önce 50 kuruşa aldığımız su şişeleri, hem marka hem de fiyat olarak sınıf atladı. Üstelik sertliğini hiç sevmediğimiz, içmekten imtina ettiğimiz bir şişe suya, iki katı ödemek zorunda bırakıldık.

 * Bu İstanbul ki emsalsiz ve değerlidir,Bir taşına bütün Acem (İran ) ülkesi fedadır.

Edilen tüm bu şikâyetlere rağmen, hiç kimse, pılıyı pırtıyı toplayıp, artık beton yığını haline gelmiş bu şehirden kaçarak huzur bulacağı bir yere gidip yerleşmeyi aklından bile geçirmez. Aklından geçirse bile hayata geçirecek cesareti bulamaz kendinde. Çünkü vazgeçemeyiz hiçbirimiz, bir gurup vakti İstanbul silüetini şehrin değişik yerlerinde seyretmekten. Muazzam bir gün batımında, muhteşem renklerle bezenmiş manzaranın, o kısacık an boyunca bize yaşattığı hazla başka hiçbir şeyin önemi kalmayıverir.  Bir vapurun güvertesinde içtiğimiz çay ne kadar karbonatlı umurumuzda olmaz. Çünkü o acı tat yerine gözün gördüğü güzelliklerdir hatırda kalan. İşte o anlarda anlarız vazgeçemeyişin nedenini ve hak veririz şair Nedim’in  “Bu şehr-i Sitanbul ki bi misl ü behadır, Bir sengine yekpare Acem Mülkü fedadır” * deyişine. 

Ve o anları düşünürüz hep; tıpkı tutkulu bir aşkın kalpte bıraktığı duygular gibi, unutmaya çalışıp da asla kalbimizden silemediğimiz hem üzüp hem de mutlu etmiş yar gibi, tıpkı acı çekerken aynı anda o acıdan gizli bir zevk aldığımızı fark eder gibi…
Düşünür ve anlarız, bir şehirden nefret ederken, aynı anda ondan vazgeçemeyecek kadar tutkuyla bağlı olmanın adıdır İSTANBUL. Ve sevmek, her şeye rağmen kalmaktır belki...



Bir Web Gazetesi Macerası

Aslında iki taraf da iyi niyetliydi. Toprağımın gazetesiydi.
Bizim için yazı yazarmısın dediler... Yazmam mı hiç. Onur duyarım dedim. 

Bir köşe verdiler bana. Bak ama köşeyi buldum diye, köşeyi dönmeyesin.Ortadan kaybolacaksan hiç başlama dediler. Önce anlamadım ne demek olduğunu. Meğer köşenin tapusunu alan, "Merhaba" dedikten sonra yok oluveriyormuş ortadan. Yok dedim. Ben kendime güveniyorum. Yazmayı istediklerimin yanı sıra, çoktan yazdıklarımla en az bir sene kaybolmam ortadan diye de yokladım kendimi. Arşiv o kadar sağlam yani... Bir de dedim ben fotoğraf çekmeyi seviyorum. Hocalarım bana yazdıklarımı görsellerle belgelemeyi de öğrettiler. Kullanabilirmiyim? İstediğin kadar dediler.Ama sana ait olsun. Copy-Paste olmaz. Bir de telif, melif uğraştırma bizi. Yıllarca yazı yazsam, tükenmeyecek bir fotoğraf arşivim var. Çok şükür kimsenin emeğine göz dikmeyecek kadar da edebim. Hadi hayırlısı diyerek bir İstanbul yazısı ile yaptık siftahı.

Nereden bilirdim ! Hiç aklıma gelmedi. " İyi de sizin webmaster benim yazdıklarımı yayınlayabilecek kadar tecrübelimi?" diye sormak.

3.yazıyı gönderdim. Arkadaş kafasına göre yazının içinden bir kısımı gereksiz bulmuş.Kesmiş biçmiş.Yahu ben ne yaptım diye dönüp yaptığı işe bakmadan salmış yayına. Haydi ben kendimden vazgeçtim. Yaptığı işe, çalıştığı kuruma saygısızlık. 

Yapılan yanlışdan dolayı, webmaster'dan sorumlu bakanlık büyük bir zerafetle hatayı üstlenip özür diledi. Ancak Ocak 15 den bu yana, yazdığım yazı da yayına verilmedi. 

Neden artık yazmıyorsun diyenlere bir açıklama borcum vardı. Borcumu ödedim. 

Ne yazdığımı merak edenler, "Nuray'ın Seyir Günlüğü" nin sayfalarını "tık"lamaya devam etsinler.

Sevgi ve dostlukla....