7 Mart 2016 Pazartesi

Hanoi ve Ha Long Bay

Ve işte Vietnam gezimizde en merak ettiğimiz başka bir yöne doğru gidiyoruz. İstikamet Hanoi ve Ha Long Bay. Sabah erken saatte Hanoi'ye uçtuk. Varır varmaz, şehirin başkent olması, havanın HCMC ye nazaran daha az nemli  olması, bol yeşillikler içinde Fransız stili binaları, öğle yemeğini yediğimiz 5 * lı tarihi bir otelde alıştığımız tarzda yemekler görmek, hepimizin bünyesinde aynı etkiyi yarattı. Biz Hanoi yi daha bi sevdik sanki. Vietnamlılar Hanoi sokaklarını HCMC de olduğu gibi motorsikletleriyle kat ediyorlar. Etrafda her köşede her boşlukta, kafelerin önlerinde park etmiş motorsikletler görmeniz mümkün. 



Hanoi de ziyaret edeceğimiz en ilgi çekici yer aynı zamanda şehrin en önemli ziyaret noktalarındn biri; Edebiyat Tapınağı.
Konfiçyüs Tapınağı olarak da biliniyor. Konfiçyüs öğretilerinin yanı sıra edebiyat ve şiir alanında da eğitim vermiş. Aynı zaman da 11. yy dan 18.yy a kadar eğitim vermiş Vietnam'ın ilk üniversitesi olarak kabul ediliyor.  

15.yy da imparatorun emriyle, burada eğitim gören ve başarı ile mezun olanların isimlerini onları onurlandırmak için taş kitabelere yazılmış ve kaplumbağaların sırtına yerleştirilerek avluda yerlerini almış. Kaplumbağa Hint ve Çin felsefesinde uzun ömür, refah, barış ve mutluluğun simgesi sayılıyor. 





Tapınak, Topkapı Sarayındaki gibi birbiri ardına sıralanmış avlulardan oluşuyor. Sunak en son avlu da. Hemen öncesindeki avlu da turistik eşya dükkanları sıralanmış. Avlunun bir köşesinde uzun bir kuyruk var. Kuyruğun sonunda bir masada oturmuş elindeki kamış kalemle kırmızı kağıtlara Çin Alfabesinin harflerini çiziktiren yaşlı bir amca. Hediyelik eşyadan kırmızı kağıdını alan gençler, yeni evliler, öğrenciler, bu yaşlı hattata bir takım dualar yazdırıyorlarmış. 





Ha Long Bay...


Bu ismi Hazret-i Google a sorarsanız muhteşem gün batımı resimleriyle ve olağan üstü bir deniz manzarasıyla karşılaşıyorsunuz. 

Biz şanslı gezginler olarak bizati o manzaranın içinde bir gece  geçirmeye gidiyoruz. 

Ha Long Bay , Hanoi nin 165 km doğusunda ki bir körfezin adı. Türkçesi Alçalan Ejder. Adını mitolojik bir hikayeden alan doğal bir oluşum. Hatta o kadar doğal ki adaların pek çoğuna insan eli değmemiş. 

1600 tane kireçtaşından oluşmuş irili ufaklı adacıklar var etrafda. 1994 de UNESCO Dünya Miras Listesine alınmış.Bir kere şu konu da anlaşalım. Hangi fotoya bakarsanız bakın, hangi yazıyı okursanız okuyun, buradaki atmosferi hissedip anlamanız pek olası değil. 

                                                                                                                                                                                              Kıyıdan can yeleği giymeden hareket etmeyen taşıma botlarıyla, geceyi geçireceğimiz ahşap teknemize ulaşıyoruz. Hava biraz puslu ve hafif serin. Ama yinede çok şanslıyız çünkü tekne sadece bizim ve kendi grubumuzdan başka kimse ile paylaşmak zorunda değiliz. Etrafımızda bizimkinden başka bir sürü ahşap tekne var. Tekneler son derece sessiz ilerliyorlar adaların arasından. Suyun rengi ışık vurdukça değişen  yeşil tonları.  İçinde iki kişinin sıra ile hareket edebileceği klimalı minik kamaralarımıza yerleşiyoruz. 


Bugün yapacağımız iki aktiviteden biri bizi tekneye taşıyan küçük botlarla adalardan birine gitmek ve sonrasında gün batımını izleyeceğimiz kumsalı olan başka bir ada ziyareti. Rüzgarın ve gel gitlerin etkisiyle kireçtaşı adalarda oluşmuş mağaralar var. Dünyanın değişik yerlerinde böyle oluşmuş pek çok mağaraya girip çıkmışlığım var. Çıkmadan önce, yinemi mağara! Ne farkı olabilir ki diye düşünüyorum. Ancak Vietnamlı kardeşlerimiz bu mağarayı o kadar güzel ışıklandırmışlar ki olağanüstü güzellikte fotoğraf kareleri yakalıyabiliyorsunuz.  Hem mağaranın bulunduğu yerden görünen manzara muhteşem. 
Ertesi sabah kalk borusu 6.30 da. Ama zorunlu değil. Güvertede Tai-Chi dersi var. Yaşasın! Uzak Doğu da, en eski Uzak Doğu sporlarından birini yaparak güne başlıyacağız. 
Tam saatinde güvertedeyiz. Hava mis. Ama ortada ne hoca var ne de taichi sever. Şimdilik iki kişiyiz. Akşam mutfakta noddle haşlayan personel bize tai chi yaptırmak üzere geldigünde  3 kişi olduk. 20 dk rötarla ve 3 kişi olarak başladığımız sabah sporumuzu, 6 kişi olarak son buldu. Ödül olarak güvertede mis gibi taze kahve ve kek ikramı kazandık. Yeni maceralara hazırız. 



























2 Mart 2016 Çarşamba

Caodaism adında bir din...

Daha önce duymuşmuydunuz? Muhtemelen hayır. 
Vietnam gezimizin 3. günü, ilk durağımız, Vietnam topraklarında doğmuş, pek çoğumuzun adını ilk defa duyduğu bir dinin kutsal mekanına, Caodai Tapınağına gidiyoruz. Çanakkale dolaylarından kıymetli bir akademisyen arkadaşımın dediği gibi, 'her moku bilen kişi' olmam sebebiyle ben Caodaismden şu şekilde bilgi sahibiydim ;  :)


Hatırını hiçbir zaman kıramayacağım sevgili hocam rica etmiş, benimse sayfalarca çeviriden içim dışım olmuş Caodaism/Kaodaizm. O sırada bünyemi ele geçiren yemişim Kaodaizm'i hissiyle nereden bilirdim bir gün bu dinin merkezi olan tapınağı ziyaret etme şansımın olacağını. Demek ki neymiş ; Ünlü bir Türk düşünürünün de dediği gibi ' Eğitim Şart !!! ' . Lüzumsuz bilgi yok !


Öyleyse tapınağa gitmeden önce bu din hakkında bir kaç küçük bilgi;
  • 1920 de Fransız sömürgesinin yerel yöneticilerinden olan Ngo Van Chieu nun rüyasında büyük gücü gördüğünü söylemesiyle Vietnam topraklarında ortaya çıkmış.
  • Dinin merkezi Tay Ninh ve buradaki büyük tapınak. 
  • Tüm dünyada yaklaşık 7 milyon müridi var.
  • Konfiçyüs öğretilerini, Budizm, Toaizm, Hristiyanlık ve İslamın en iyi özellikleriyle harmanlıyarak inananlarına sunuyor. 
  • İnsanlığa yararlı olduğunu düşündükleri Churchill, Lenin, Victor Hugo, Descartes, Pasteur, Tolstoy gibi 70 kadar kişiyi de kutsal olarak yorumluyorlar.
Senede 2 defa, 15 Şubat ve 15 Ağustosda Kaodaistlerin ölmüş akraba ve yakınlarını anmak için yaptıkları törene tesadüfen denk gelip tanıklık ettik. Ne kadar şanslı olduğumuzu bilmeden gittiğimiz tapınak uzaktan Hansel ve Gratel in renkli şekerden yapılmış masal evine benziyor. 





Caodaistler sadece beyaz giyiyorlar.Seviye atlamış rahipler is kırmızı, mavi ve sarı kostüm giymişler. Kadınlar ve erkeler tapınağa ayrı kapılardan giriyorlar. Tapınakta ana salon sütünlarla 9 kısıma ayrılmış.  Nirvanaya ulaşmak için geçilmesi gereken 9 seviyeyi temsil ediyor. Bu dine yeni girmiş bir mürit her bir seviyeyi 5 yılda geçebilir. Yani tapınağın sunağına varması ortalama 45 yılını alıyor. Oldukça zorlu bir yol. 


Baş örtmenize gerek yok ancak cami de olduğu gibi kolsuz ve ya şortla yada kafada şapka ile içeri giremezsiniz.  Hindistan da olduğu gibi ziyaretcilerin tapınağa çıplak ayakla girmesi gerek.   

Memleketimizdeki camilerden alışık olduğumuz üzere, ' yaw ayakkabılar çalınırmı acaba? ' endişesiyle ayakkabıları çıkartıyoruz. Nereye? Öylece kaldırımın kenarına yüzlerce terliğin içine bir yere. Cemaatin ayağında basit, plastik, toza bulanmış terlikler, bizimkiler rengarenk spor ayakkabı. Çalınsa bile hemen kendini belli eder. Üstelik fizik olarak minyon insanlar. Ayakkabılar kesin büyük gelir. 


Tören boyunca, elde telefon, durmadan fotoğraf çeken meraklı turistlere   hiç kimse, suratını ekşitip homurdanmadı. Herkes dinginlik içinde ibadetini yapmaya devam etti. Namaz esnasında kapanan kapıları, fabrika gibi bir kapıdan girilip 10 dk sonra diğer kapıdan çıkmaya zorlandığımız meşhur Mavi Cami ziyaretlerimizi hatırlamadan edemedim. Samimiyet ve  niyet gerçekten önemli. 


Caodaistleri törenleriyle baş başa bırakıp dönüş için otobüsümüze yürümeye başladığımız sırada tepsi tepsi birbirinden güzel ve leziz meyveler gördük. Bu dinin inananları tapınağa sunmak için  meyveleri getirip bağışlıyorlarmış. Akıllı turist olarak tapınağa maddi bağış yaparsak bir tepsi meyva alıp alamayacağımızı sordum rehberimize ama kendisi bana sadece gülümsemekle yetindi. :) Bir tepsi meyva alaydık iyiydi halbuki :))) 























1 Mart 2016 Salı

10 Günde 3 Ülke 5 Şehir - Vietnam, Kamboçya, Tayland



One Destination is Never a Place But a New Way of Seeing Things-  Henry Miller

HO CHI MIN CITY / SAIGON


Cuba yolculuğundan 1 yıl sonra, dünya da son kalan 5 sosyalist ülkeden biri olan Vietnam’a, sonra gelmişken komşusu Kamboçya’ya, oradan da İstanbul a direk uçuş olmadığı için Tayland a geçip ‘ One Night in Bangog’ yapıp döneceğiz. Bu sefer 1 eksik çıkıyoruz yola. Canımın içi yol arkadaşlarımdan biri bu gezide bizimle değil.

Cuma gece yarısını az geçe başlayan yolculuğumuz, Cumartesi  akşamüstü, henüz adını söyleyemediğimiz HO CHI MINH de bitti. 10 günlük tatilin gittimi bir günü yolda. Tüm yorgunluğa ramen, hayır hayır hiç de yorgun değiliz diyerek otelimize ulaşıyoruz. Şahane deniz ürünleri ve egzotik uzakdoğu meyvelerinin de olduğu açık büfeden nispeten erken ayrılmamıza sebeb, gece 11 gibi kapanacağı söylenen Night Market’e yetişme telaşı. Hayır, hava kararmış, etrafda bir şey görmek mümkün değil. Bari yürüme mesafesinde olan meşhur BenTan Market'in hemen yanıbaşında ki bu gece pazarını kaçırmayalım fikrindeyiz. Hani tanıdık bildik bütün markalı ürünler buralarda üretiliyor ya, çok komik paralara o ürünleri satın alıp, dönüşte Vietnam’dan aldım canım ! diye hava atma peşindeyiz. Halbuki 1 saat içerisinde birkaçımızın elinde Vietnam dan alınabilecek en ucuz ürünlerden biri olan koni biçimli kurumuş otlardan örülerek yapılan yerel şapkalardan başka bir şey yok. 100 istedi, 85 verdim diye ne büyük pazarlıkçı olduğumuzu hafifden böbürlenerek anlatıyoruz ama ertesi gün Savaş Müzesinin hediyelik eşya dükkanında aynı şapkaları hiç pazarlıksız 50 Dong a alacağımızdan haberimiz yok o sırada. 

2.Gün : Adını zor söylediğimiz Ho Chi Minh City nin eski adı Saigon. Bu güzelim ve söylenmesi kolay saygın ismi neden değiştirmişler derseniz Ho Amca yüzünden. Kendisi Vietnam'ın Fransa'ya karşı bağımsızlık mücadelesinde önderlik etmişve 69 yılında ölene kadar da Kuzey Vietnam'ın lideri olarak kalmış.Kuzey Güney'i elegeçirdikten sonra da Saigon HCMC olmuş. 

Bugünki gezimize otelden çıkıp, Fransız döneminde yapılmış, bahçeli, 2 -3 katlı binaların arasından ilerleyerek, çakma Notre Dame klisesinin olduğu meydanda başlıyoruz. Klisenin hemen yanın da tarihi postane binası var. İçine girdiğinizde postane mi yoksa turistik eşya dükkanımıdır algılamak zor. Exchange ofis den tutun turistik kuyumcu ya kadar her çeşit dükkan var aynı çatı altında. Salonun dibinde kocaman bir HO amca resmi gülümsiyerek size bakıyor, sizde tezgah üzerindeki hediyelik eşyalara. 

Sırada Bağımsızlık Sarayı var. Yada  Yeniden Birleşme Sarayı. Anlaşılan canları sıkılınca isim değiştiriyor bu Vietnamlılar. Bir sarayın kaç tane adı olabilir ki. Neyse olay şu; Bu saray Vietnam Savaşı sırasında G.Vietnam başkanlarının ikamet ettikleri yer. Aslında binanın herhangi mimari bir özelliği yok. Bizim memelekette kentsel dönüşüme kurban olmamış 70 ler mimarisi benzeri bir mekan gibi. Ancak sembolik önemi büyük. 1975 yılında bir K.Vietnam tankının sarayın demir kapısını yıkıp geçmesi savaşın sonu kabul ediliyor.

Dışarıdan sarayın resimlerini ve sayısız selfie çektikten sonra günün en anlamlı ve heyecan verici yerine doğru devam ediyoruz. Savaş Müzesi. İnsan savaş Müzesinden heyecan duyar mı? Merak işte... 

Aynı saray gibi 70 ler mimarisinden kalma 3 katlı bir bina. Savaşın son bulmasından hemen önce Amerikalıların propaganda maksadıyla kullandıkları bir yermiş. İsim değiştirmeyi seven Vietnamlı kardeşlerimiz değiştire değiştire adını şu anda kısaca 'Savaştan Kalanlar Müzesi' olarak çevirebileceğimiz haline getirmişler. Bu savaşı şimdiye kadar Amerikalıların gözünden Hollywood filimlerinde izleyenlerin Vietnamlıların ne hissettiklerini anlamak için mutlaka görmesi gereken yer burası.

Vietnam Savaşı Hakkında Bir Kaç Not...

  • Savaşa Vietnamlılar 'Amerikan Savaşı' , Amerikalılar sa 'Vietnam Savaşı' diyor. 65 de başlayıp 73 yılına kadar 8 sene sürmüş.
  • Kuzey Vietnam Rusya ile, Güney Vietnam ise Amerika ile taraf olmuş. Savaşın sebebi Amerika'nın Indochina/Hindiçini taraflarında güçlenen Rusya dan gıcık kapması.
  • 65-73 yılları arasında ABD, Orta ve G.Vietnam a 5.185.400 ton bomba atmış. Tüm savaş boyunca 14.300.000 ton... Kore Savaşında 2.600.000 ton, 2.Dünya Savaşında ise 5.000.000 ton kıyas yapmanıza yetermi?
  • Amerika sivillere karşı kimyasal gaz kullandığı için Uluslararası Savaş Mahkemesinde suçlu bulundu. Aynı Amerika kimyasal silah gerekçesiyle Irak'a demokrasi getirmeye kalktı. 
  • Savaş sonrasında Vietnam da ki nesilleri etkileyen sağlık sorunları için kılını kıpırdatmadı.Hala sokaklarda kolları bacakları olmayan insanları görüyorsunuz. Bu konu da tek yardım Rusya ve Tıp alanında yarattıkları mucizelerle bilinen tek bir ülke yardım etmiş : CUBA. Kalbimizin bir kısmının orda kalması boşuna değildi.


Bahçesinde Amerikalıların giderken almayı unuttukları tanklar, uçaklar, helikopterler sergileniyor. 
Müzenin neredeyse tamamı fotoğraflardan oluşuyor. Müzedeki foto-arşiv Amerikalılar dahil 11 farklı ülkenin gazeteci-fotorafcıların savaş zamanı çektikleri kareler. Bu karelerden bazıları sahiplerine dünya çapında ödüller kazandırmış. En bilineni de 'Napalm Girl'. 



Bu fotografın sahibi Nick Ut,- 90 lı yıllarda orjinal kareyi müzeye bağışlamış- fotoğrafı çektikden sonra bombalanan köyden kaçan  kızı hastaneye yetiştirip yaşamasını sağlamış. Kamuoyunda ses getirip savaşı sonlandırdığı söylense de ruhlar üzerinde açtığı yaralar hiç bir zaman kapanamaz.

Sonuç : Müzeyi gezerken sergilenen fotoğraflar suratınıza tokat gibi çarpıyor. Hele savaş sonrası Vietnam halkının fiziksel durumunu gördüğünüzde insanlığınızdan utanıyorsunuz. Ülkemin bir tarafında süren çatışmaları düşünüp, savaşa sebeb olanlara, canım ülkemi hiç düşünmeden kendi çıkarları uğruna savaş ortamına sürükleyenlere  bin bela okuyup inadına BARIŞ demekten kendinizi alamıyorsunuz.
















11 Ocak 2015 Pazar

Hindistan'dan geliyorum (Part 2 - Sıkılmadan okuyun diye böldüm yazıları)...

Fillerle Dans...


Bu sabah ilginç deneyimlerden biri için hazırız. Fil sırtında Amber Kalesine çıkılacak. Programda fillere bineceğimizi duyan annem sen binme düşer müşersin diye fitneyi sokmaktan geri durmasa da insan hayatta kaç defa file binme şansı bulur ki. 


Fil kuyruğunda kalabalık olmadan yerimizi almak için er zamanda yollardayız. Yoksa oldukça popüler bu turistik atraksiyonda sıra beklemek de var. Hatta o kadar turistik ki, Türk grupsanız bindiğiniz filin adı Safiye yada Fatma oluyor, Amerikalı grupda aynı filler Sandy, Linda...

Küçük bir sekiye çıkan merdivende sıralanıp, öndeki file binen arkadakini, sondaki file binen yandakinin resmini çeksin diye bıdı bıdı akıl veriyoruz birbirimize. Sekiye yanaşan filin üzerindeki taht misali oturgaça iki kişi yanlamasına oturuyoruz. Önümüze koruma maksadıyla bir demir parçası aşağı düşmemize engel olacak. Ayaklarımız oturduğumuz tarfatan aşağı sarkıyor. Güya fil sırtında yolculuğu kare kare tespit edeceğimi sanıyorum. Fil başlıyor lömbüdük lömbüdük yürümeye... Ortalama 5 ton ağırlığındaki fillerle rampalı bir yolu tırmanıyoruz. Bu iri arkadaşların vücudunda 84 ayrı nokta varmış. Filin kafasına oturup ileri geri manevra yaptıran sürücü kardeşlerde bu noktalara dokunarak o koca cüssenin istediği gibi hareketinden sorumlu. Birden paaat diye bir sesle birlikte hoşşş diye başka bir ses duyuyoruz. Anam kesin biri fotoğraf çekmek isterken yuvarlandı düştü...Pekmezini akıtıyor... Bu onun sesi diye arkaya dönünce arkadaki Safiyenin def-i hacet ettiğini, sesin ondan geldiğini anlıyoruz.  E hani kare kare fotoğraf çekecektin. Başlasana çekmeye. Ne mümkün. Düşmeyeyim diye o kadar sıkı tutunuyorsun ki bari tıka burnunu kokuya da etraftaki güzelliğin tadını çıkart... 

Amber Fort...un büyük avlusuna ulaştık. Burası Hindistan'da pek çok yerde benzerini görüp ziyaret edeceğimiz kale-saraylardan biri. Birbiri ardına kondurulmuş avluları,duvarlardaki süslemeleri hayran hayran izleyerek, o avludan bu avluya dolanıp turu tamamlıyoruz. 


Buradan Jeep'lere binerek inmemiz gerekiyor. 5 kişilik jeepler bizi otobüsümüzün yanına götürüyor. Bir arkadaşımız peşinden inatla gelen Hintlinin ona  ' Sir ! Sir ! Your jeep is open ' demesine bir anlam veremeyip, beni herhalde şoförlerden biriyle karıştırdı diye yürümeye devam etmesi en çok güldüğümüz anılardan biri oldu. Meğer Hintliler ingilizce konuşurken ' Z ' harfini söylemeyi beceremediklerinden içinde Z olan her şeyi C olarak telaffuz edermiş. Adamceyiz de açık fermuarı kapatmasını istermiş :)  

Mümtaz Begüm adına yapılan Tac Mahal'in de adının aslında Mümtaz Mahal olduğunu ama aynı sebebden dolayı -taz değil -tac Mahal olarak bilindiğini de rehberimizden öğreniyoruz. Yoksa başıma taç ettim durumundan değil yani.


Öğleden sonra Rajput mimarisinin en güzel örneklerini görmek için Pembe Şehir deyiz. İngiltere prensi geliyor diye her tarafı pembeye boyamışlar. Sonrada bütün binalar duvarlar aynı renkte kalmış. Ama en etkileyici olanlar Hava Mahal ve Jantar Mantar. Hava Mahal bir Maharaja tarafından haremindeki kadınların dışarıdan görülmeden sokaktaki günlük hayatı izleyebilsin diye yaptırılmış. Kavga etmesinler diye de her kadına bir kat tahsis edilmiş. En üst katından şehirdeki önemli yapıların hepsini kuş bakışı görebiliyorsunuz. 

Şehirin en muhteşem ziyaret noktalarından biri de Jantar Mantar. Burası bir astronomik gözlem evi. 18.yy başlarında ayın,güneşin ve yıldızların hareketini izlemek için inşaa edilmiş. Üstelik bu gün bile hatasız çalışıyor. Buradaki kompleks son derece iyi korunmuş aynı zamanda Unesco'nun Dünya Kültürel Miras Listesinde. 



Agra'ya gidiyoruz.

Hindistan gezimizde her gittiğimiz şehirde heyecanla görmeyi beklediğimiz bir nokta var. Bugün Taj Mahal e giderek yaklaşıyor olmak herkesin içini kımıl kımıl yapıyor. Önce 240 km.lik bir yolu 4 saatde aşmamız gerekiyor. Bu gün günlerden 14 Şubat. Şah  Cihan ile Mümtaz Begüm ün aşkalarının sembolu... Aşk denince böylesini yaşamak için pek çok kadının pek çok şeyden vaz geçeceği bir aşkın sembolu olmuş o mekana gidiyoruz. Farkındaysanız tarih de pek manidar.  Lakin bu manidar tarih Cuma gününe denk geldiği için Taj kapalı.

O zaman sırada Fatehpur Sikri var. Burası Babürlü Şahı Ekber tarafından başkent olarak seçilmiş, 14 sene kullanılmış sonra 400 yıl kaderine terk edilmiş. Onun için hayalet şehir de deniyor. Kapıda geçmişimiz gururumuzdur yazan bir tabela var.Keşke biz de elimizdeki kültür varlıkları konusunda Hintliler kadar hassas, onlar kadar gururlu olsak. Misal Bizans Sarayının kalıntıları üzerine otel yapılmasına müsade etmesek. Sadece Osmanlıyı ayağa kaldırmaya çalışmasak. Bile göre yanlış restorasyonlara imza atmasak Aradan 400 sene geçtikten sonra bile ziyarete gelenlere gururla göstersek.

Bu saray kompleksinin içinde en hoşuma giden kısım divanı-has yada Özel ziyaretci Salonu denilen kısım. Teraslardan birinin üzerinde dört tarfdan girişi olan bir yapı. İç mekanın ortasında bir sütün yükseliyor ve mekanın dört tarafına doğru uzanan platformların tam orta noktasını oluşturuyor. Tarihciler bu mekanın fonksiyonu konusunda değişik yorumlarda bulunmuşlar. Bence en anlamlısı Ekber'in değişik dinlerden olan vezirlerini bu köşelere oturtup hepsine aynı mesafede durduğunu göstermesi.Yada benim herkese eşit mesafede duran bir balkon sahibi hayalim. Hangisi doğru bilemedim.





Bu saray kompleksinin diğer bir görkemli ve ilginç mekanı ise Selim Cisti türbesi. Selim Çisti, Ekber'in çok saygı ve minnet duyduğu zat. Bugün türbesi çocuk sahibi olmak isteyenlerin ziyaretleriyle ve mermer şebekelerine sadece kırmızı ipler bağlayarak dilekte bulunmalarıyla daha da anlam kazanıyor. Üstelik burda en hoşuma giden şey, Hindistanda yaşayan her dine mensup insanların orası bir müslüman mabedi, ne işimiz var orda demeden mekanı ziyaret edebilmeleri. Bizim ziyaret ettiğimiz gün de Selim Çisti nin öüm yıldönümüne denk geldiği için pek bir anlamlı oldu.



AGRA' dayız 


Agra Taj Mahal in bulunduğu şehirin adı.Vakti zamanın da 100 yıl kadar başkentlik yapmış. Burda her yerde kolaylıkla bulunabilecek mimari detayları anlatmıyacağım elbette.Ama mekanın ziyaretciler üzerinde yarattığı etkiyi ifade edebilmek de oldukça zor. Bir kere daha buraya giriş yaparken, hükümetin, görevlilerin,
  
insanların, dünyada aşkı simgeleyen en muhteşem binalardan birini korumaya gösterdikleri özen, benim haset duygularımı tepreştirdi. Unesco nun Dünya Kültür Mirası listesindeki mekana tur otobüsünüzü bir yerde park ettikten sonra elektrikli orobüslerle taşınıyorsunuz. Egzoz gazları binaya zarar vermesin, bembeyaz mermerleri karartmasın diye. Topkapı Sarayı'nın birinci avlusuna Bab-ı Hümayun'dan yıllarca turist otobüsleriyle girip çıktığımızı anımsamamak elde değil. Yanlıştan dönmek biraz uzun sürdü ama olsun. Taj Mahal'in güvenlik kontrolu kadınlar ve erkekler olmak üzere iki farklı noktadan yapılıyor. Tek tek ziyaretcilerin, kalem, çakmak yada kesici alet taşıyıp taşımadıkları kontrol ediliyor. Olur da çantanız da bulunan tırnak törpüsünü çıkarıp, duvara gömülü değerli taşları kaktırmak suretiyle hatıra olarak almak isterseniz buna baştan engel olmaya çalışıyorlar. 

Yıllarca Taj Mahal'i resimlerden görüp, bir gün orda olabilmeyi aklınızdan geçirmediyseniz, devasa taç kapılardan geçip, muhteşem bahçeyi, uzayıp giden karşı da bulutlar arasındaymış gibi duran binanın orta aksından çıkıp ayaklarınızın dibinde uzanan havuzu gördüğünüz ilk an rüya mı gerçekmi sersemliğini yaşamadan edemiyorsunuz. En azından bana öyle oldu. Hatıra resimleri çeke çektire, orta kubbenin alemini parmaklarıyla  tutan turist pozu vere vere,yüzlerce turistle birlikte ana binaya ilerliyorsunuz. 

Yılda 3 milyon kişi tarafından ziyaret edilen mekanı ayakkabılarınızı çıkartarak gezmek zorundasınız. 

Mekana giriş ücreti yerliler ve yabancılar için farklı fiyatlarda. Bir turizmci olarak bunun gerekçesini çok iyi anlıyorum ve hiç itiraz etmiyorum. Ama Hintliler kim ne derse desin nazik arkadaşlar. Gönül almayı biliyorlar. Hani olur da kapıda atarlanıp niye biz farklı fiyat ödüyoruz kardeşşşimmm diyorsanız... Şu son resme bir göz atın derim. Turiste beleş yerliye 2 Rupi WC servisi :) 







24 Nisan 2014 Perşembe

Hindistan'da "olmak" ...

Misal...

Hindistan'da inek olmak...çok şahane bir durum. İnek Hindularca kutsal sayıldığından kimse ineklere karşı bir yanlış yapmıyor. Üzerinde yaşadığımız dünyanın sembolü, hayatın ve devamlılığın simgesi olarak görüyorlar. Gitmeden önce okuduklarımızdan,duyduklarımızdan ineklerin dokunulmazlıklarını biliyorduk da, bunu yaşanılan ortamda gözlemek de oldukça ilginç. Yok artık dediğiniz bir sürü sahneye şahit oluyorsunuz. Halk o an, o ortam yaratılırken hayvan oranın habitatında hep varmış gibi davranıyor. Kimse kimsenin ineğine kışt demiyor. Yada hemşerim kim saldı bu ineği buraya, nerede bunun sahibi gibi bir durumla karşılaşmanız mümkün değil. Kesip etini yemiyorlar. Kendi karınlarını doyurmakta zorlandıkları için inekleri beslemek gibi de bir çabaları yok. Sırf bu sebepden iri cüsselerine rağmen pek çoğunun kemikleri sayılıyor. E peki bu hayvan nasıl karnını doyuruyor derseniz, sokaklardaki çöp yığınlarının içinden illaki bir şeyler buluyor yemek için. İlla sokaklardaki çöp yığınlarına bir sebep aranacaksa, bundan güzeli olmaz bence.

 
Hindistan'da kadın olmak...bazı anlarda keyifli, çok cana zor, hele kocası ölmüş bir kadınsanız da felaketin diğer adı. Kocası ölen kadın adeta yaşarken ölmeye zorlanıyor toplum baskısıyla. Renkli giyinmek yasak.Sadece beyaz giyebilirler. Hemen saçlarını kesiyorlar. Makyaj dan vaz geçiyorlar. Onu güzel yapan ne varsa,sırf kocası öldü diye vazgeçmek zorunda. Yeniden evlenmesi imkansıza yakın. Çalışamaz, çünkü iş bulamaz. Sadece dul kadınların yaşadığı sığınma evlerinde yaşamak zorundalar. Erkeğin ölümüyle dul kadının kocası ile birlikte canlı canlı yakılması geleneğinden çok şükür ki dünya kamuoyunun baskısıyla da 1987 yılında kanunla vaz geçilmiş.Çocuk gelin sorunu tıpkı bizdeki gibi orada da toplumsal bir yara. Bu konuyla ilgili Türkçe'ye KANLI SU olarak çevrilen 2005 yılı yapımı yönetmen Deepa Mehta'nın WATER filmini şiddetle tavsiye ederim. Ben döndükten sonra izledim ve sorunun boyutlarını daha iyi kavradım.
Öte yandan Hindistan'da kadın olmak dışarıdan bakılınca keyifli,neşeli, eğlenceli... çünkü bizdekinden farklı bir güzellik anlayışları var. Çok renkli, cıngıl, cıngıl, ışıl ışıllar. Takıp takıştırıyorlar. İlla pahalı, değerli olması gerekmiyor. Kollarında boydan boya en az 6 yada 8 tanesini bir arada taktığınız " Bangle" dedikleri bilezikleri var. Takıya, bijuteriye hiç meraklı olmayan biriyseniz bile, üç gün sonra "yaw ne de hoş duruyor" diyebiliyorsunuz. İki kaşlarının arasına illaki bir "bindi" yapıştırıyorlar. Hatta bu o kadar doğal bir şey ki çoğu erkek yada çocukta da var. Kadınların kullandığı her boy,şekil,renk ve desende yapıştırmalı. Genelde doğru bilinen bir yanlış bunun evli kadınlara has bir şey olduğu. Evli kadınlar saçlarının arasına kırmızı boya sürüyorlar.

Hindistan'da çocuk olmak... çok sevimli bir durum. Diyeceksiniz ki çocuğun sevimsiz olanı da mı var. E bazen var. Ama Hintli aileler çocuklarını nazardan ve kem gözden korumak için gözlerini yüzlerini boyuyorlar. Halbuki bir turist olarak onları çok daha sevimli ve şirin bulup resimlerini çekmek istiyorsunuz.

Allahtan çoluk çocuk resim çektirmeye pek meraklılar. Bazen biri kolunuzdan çekiştirip ön dişlerinin arasında konuştuğu İngilizceyle "You are very beautiful...Can we take a picture?" diye gayet rahat soruyor. Memleket de biri böyle yapsa içteki en fesat duygular, karşıdakine bir dalma, kafa göz yarma isteği su yüzüne çıkar. Ama Hindistan'da bunu yapanın bir genç kız olması, konuya ilişkin tüm kötü düşünceyi yok ediyor. "Ah canım tabiiisi de çekinelim!!!" moduna geçiveriyorsunuz. Hatta Agra kalesinden çıkıp grubun geri kalanını tünediğimiz duvarın üzerinde beklerken, yanımdaki sarışın arkadaşımla aramızda birden bire küçük bir bebek peydah oldu. Bu çocuk da nereden geldi demeye fırsat kalmadan anladık ki ailesi, biri sarı diğeri turuncu kafalı Hindistan topraklarında nadir görülen iki kadının arasında hatıra fotoğrafı çekmek istemiş. E tabi bizede çocuğun yanaklarını mıncırarak poz vermek düştü :) 


Hindistan'da şoför olmak...bilemiyorum nasıl bir şey. İstanbul'da kazasız belasız araba kullanıp, ya fena da şoför değilim aslında diye içten içe düşünen biriyseniz, bu özgüven Hindistan'da anında yerle bir olabilir. Çünkü sokağa adımınızı atmanızla başlayan korna sesleri hiç bir zaman kesilmiyor. Trafikte korna çalmak bir iletişim şekli. Yollarda gördüğünüzü her kamyon veya kamyonetin arkasında sanki yazmak zorunluymuş gibi "Blow Horn" yada "Horn Please" yazıyor. Bak uyar dedim sen uyarmadın... O zaman sorumluluk senin manasında bir yazı. Birde bu kadar kargaşanın içinde herhangi bir trafik kuralından bahsetmek de oldukça abes. Ama ilahi bir güç olması muhtemel trafik kazalarını engelliyor. Sağda solda önde arkada, otobanda veya şehir içi trafikte bu kadar motosiklet nasıl oluyor diye de düşünmeden edemiyorsunuz. Birde bunu düşünürken, nasıl oluyor da, benim ülkemde, okumuş, yazmış, eğitimli kesim, motosiklet üzerinde kask takmaya gerek görmezken, burada nasıl bir bilinç var ki, herkesin kafada kask var demeden de edemiyorsunuz. Yolarda sıklıkla kask tezgahları var.

Hindistan'da seyyar satıcı olmak....ne anlatılırsa anlatılsın yaşamadan bileceğiniz bi şey değil. Oraları görmeden, buradaki, seyyar satıcıya, trafikteki kornaya, arabaya, yollardaki kalabalığa sinirlenen ben, bunlara neden sinirlendiğimi yeniden gözden geçirmeye karar verdim. Hatta... hakkındır kardeşim, buyur ne arzu ediyosan sana helal... deme aşamasındayım. Tur esnasında anlatım yaparken yanaşan satıcıya ' höt ! ' derseniz kenara çekilip bekler yada başka bir grupda şansını dener. Ama burada sattıkları mala gözünüzü değdirmeniz yada satıcı ile en ufak bir göz teması, şanslarını sonuna kadar zorlamaları için yeterli. Üstelik iyi kötü hepsi İngilizceyi konuşup anlamasına rağmen ne hikmetse ' No...Thank You ! '  demenin ne anlama geldiğini tövbeler olsun anlamıyor. Ya da bak ben ondan aldım. Bir tane daha istemiyorum demek etrafınızdaki satıcı gürühuna bir tane daha alabilecek potansiyelinizin olduğunu gösteriyor. Ancak kendinizi otobüse atabilirseniz bu taciz den yırtma şansınız var. Bu sefer de rehbere yolcuların almak isteyip istemediklerini sorması için yalvarıyorlar. Otobüsün kapısı kapanıp da hareket ettiğiniz zaman anlıyorlar ki ... no more chance. 

Hindistan'da Pazar gazeteleri... okumak çok eğlenceli. Çünkü o gün sayfa sayfa eş arayanların ilanları çıkıyor. E ülke büyük, nufus kalabalık. İnsanlar yasalarda olmayan bir kast sistemiyle ötekileşmişler. Memleketde de durum çok farklı değil ama henüz gazetelere yansımadı olay. Bizde Esra Erol'un yaptığı işi burada pazar gazeteleri yapıyor. İlanı veren bildiğin kendini öve öve bitiremiyor. Okuduğu okullardan, kazandığı paradan, ait olduğu sınıfa, hatta elindeki Avrupa veya Amerika daki çalışma izinlerine varana kadar ilanda anlatıyor. Alt metin anlayana "takıl bana hayatını yaşa"... :)) 


23 Nisan 2014 Çarşamba

Hindistan'dan geliyorum

Hep batıya, hep batıya olmaz dedim. Bu seferde bir doğu seferi için hazırlandım. Hiç aklımda yokken Hindistan çıktı rotamızda... 

Kime söylediysem orya gidiyorum diye, "Aaaaa! Ne güzel... Ama çoook pismiş... Napıcaan?" çıktı ağızlardan. Olsun kardeşim. Duyan da dünyanın en temiz ülkesinde yaşıyorsunuz falan sanır. Sanki pis olan yere gitmek mübah değilmiş gibi... Sanki sokaklarınızın temizliği ruhların pisliğini örtermiş gibi. Bu sefer rehber koltuğunda değil yolcu koltuğundayım. Ama diğer koltuklarda oturanların çoğu meslektaşım.Üstelik bir Hindistan turunda olabilecek en iyi rehberle yollardayız ; Elif Çamlıkaya. İşine aşik, bilgisini paylaşmaktan mutlu olan, aynı işi yapmaktan gurur duyduğum tüm meslektaşlarıma bin selam gönderip buradan, Elif'e bir kere daha sevgi ve teşekkürlerimi sunarım bu satırlardan.


Daha önceki tecrübelerim ve de yaş almanın bana getirdikleriyle kimseyle paylaşmam odamı dedim. Şubat ayinin başında, Hindistan da havalar gayet güzelken, terin suyun içinde kalmadan dolaşabilelim diye, atladık THY nin Delhi seferine... Sabaha karsı gun ağarmadan bulduk kendimizi gece ayazının içinde... E hani buralarda hava yaz gibiydi... Bildiğin gece ayazı ortalık. 


6.5 saat uçmuşuz. İndik, bindik, uyuduk, uyandık derken, sersem sepelek bizi almaya gelen otobüsü beklerken, yanımızda baska bir otobüse binen Alman grubun çiçeklerle karşılandığını gordum. Vaaay dedim. Ne acentalar var. Ne sirinlikler yapıyor yolcularına. Derken bizim otobüs yanaştı. Bavullar otobüsün altına değil arka kısmındaki devasa boşluğa yerleşti. Birde ne göreyim. Elif elinde taze kadife çiçeklerinden yapılmış kolyeleri bir bir takıyor boynumuza. Meğer kadife çiçekleri, tanrılar katında en sevilen çiçekmiş. Ondanmış her tarafta o sarıdan turuncuya donen sıcacık renkli çiçekler.

Normalde Delhiden Jaipur a otobüs yolculuğu ile devam edecektik.Ancak o binlerce Hint tanrılarımı yoksa yüce Mevla mı bilmiyorum,yüzümüze  güldü de 2 gün Delhi konaklamamızın birini gelir gelmez kullanabildik. Eğer blogu okuyup da Hindistan'a gitmeye  karar verirseniz aklınızda olsun. Delhi de konaklamazsanız, 6.5 saat uçak yolculuğundan sonra 5 saat otobüs yolculuğu yapmak zorundasınız.

Otelimiz bize sabahın erken saatinde oda veremedi ama kahvaltı verdi. Böylece meşhur Hint mutfağı ile ilk günden tanışmış olduk. Ne olduğunu bilmediğimiz ama tadarak anlamaya çalıştığımız bir şeyler yiyerek kahvaltı ettik. Bu arada otellerde genellikle poşet çay içmeye alışık olmamıza rağmen demleme çay en hoşumuza giden şey oldu. Gerçekten anladık ki çay tiryakileri için bir cennet burası.


Delhi'yi gezmeye başlıyoruz...

İlk durak JAMA Mescit. Namı diğer Cuma Camisi. Bu cami Hindistan'ın en büyük camisi.Açık  avlusuna rağmen Hindistan da ziyaret edeceğimiz her dini mekanı ya çorapla yada çıplak ayakla gezmemiz gerek. Hatunlar da kapıda verilen pardösü gibi giyilen çiçekli elbiseleri giyiyor. Fotoğraf makinesi içinde bilet almak gerekli. iyi güzel de, elimizdeki galoşlar hepimize 2 numara büyük. Zaten ilk ziyaret den sonra galoş giymeye çalışmanın abesle iştigal olduğunu anlayıp, ya çorapla yada çıplak ayakla takılıyoruz aynen Hintliler gibi.

Devasa bir avlu... Ne kadar büyük olduğunu gözlerinizle görmeden resimlerden algılamanız çok zor. Avlunun 3 tarafında 40 mt yükseklikte taç kapılar, tam ortasında da bizdeki şadırvan muadili bir havuz... Bildiğin üzeri açık durgun su. Lakin havuzun suyunda tek eksik biziz. İnsanlar bu suyu kullanarak abdest alıyorlar. Rahmetli Turhan Dursun'un 'Kulleteyn' kitabında durgun su hakkında yazdıkları geliyor aklıma. Çok merak eden okusun diye buraya da not düşüyorum bu sebeple.





Bu avlunun bir köşesinde Hz.Muhammed'e ait olduğu söylenen eşyaların muhafaza edildiği bir kısım var.Her taraf kırmızıyken burası beyaz boyalı.  Bir sakalı şerif, el yazması kuran sayfaları ve Topkapı Sarayında ki ayak izinin eşi olduğu söylenen kutsal emanetleri ziyaret ediyoruz. 

Bu gün ikinci ziyaret Hindistan'ın kurucu babası Gandi'nin yakıldığı Raj Ghat'ında içinde olduğu park.Hindistan'da  günlük hayatın geçtiği sokak ve yerli halkla beraber turistlerin ziyaret ettikleri mekanlar birbirinden o kadar farklı ki. Ziyaret edeceğiniz yerin duvarlarını aşıp kapısından girdiğinizde farklı bir dünyada buluyorsunuz kendinizi. Gandi'nin krematoryum u da aynı böyle. O kadar güzel,

bakımlı,baştan sona yeşil ve ağaçlıklı...Ya yukarıdan bakıyorsunuz yada ayakkabılarınızı çıkartıp mermer masanın başına kadar gidip dokunuyorsunuz. Masanın bir köşesinde sürekli yanan bir ateş var. Gandi'nin fikirlerinin hiç sönmeyen bir ışık  olduğu anlamına atfedilmiş. Bazıları ondan hoşlanmasa da Gandi'nin bu topraklar ve bu insanlar üzerindeki etkisi ve kazandırdıkları tartışılmaz. Hele bu seyahatda ilk defa öğrendiğim tuz yolculuğu gerçekten çok etkileyici. Sizdemi merak ettiniz. Hindistanı anlattığım diğer sayfalara da bir bakıverin bakem :) 

Akşam olmak üzere... Bizde yorgunluktan ölmek üzere... Otele geri dönüyoruz.Gün boyunca toza toprağa bulandıktan sonra sıcak su ile buluşmak şahane bir duygu...


Jaipur yolunda...

Bu sabah JAIPUR a hareket ediyoruz. Delhi-Jaipur arası 235 km. Memlekette bu mesafeyi 2 saat 15 dk da kat edebiliriz ama buranın yol şartlarında önümüzde 5 saatlik yolumuz var. 

Sabah otobüsün içinde tarifi zor, etkisi hoş bir koku var. Meğer şoförümüz yola çıkmadan kazasız belasız bir yolculuk için tütsü yakmış,GANEŞ heykelciği önünde ritüel yapmış. Her sabah bu hoş kokuyla yolculuğa başlıyoruz. Otobüsümüz eski görünüşlü ama temiz, pencerelerin ortasından geçen bir çamaşır ipi var. Ama perde yok. Bir de İngiliz dönemindeki havalandırmalara atfen orada tutulan mini vantilatörler. Allahtan air-condition çalışıyor.

Yakın geçmişte yaşanmış korkunç tecavüz olayı sonrası otobüslerde perde bulunması ve perdeler kapalı yolculuk yapılması yasaklanmış. Eğer güneşten bunalırsanız, boynunuzdaki eşarbı asabilirsiniz o çamaşır ipine gölge etmesi için.Oysa biz bu akşam ziyaret edeceğimiz tapınaktaki tanrılara sunacağımız, havaalanında boynumuza takılan kadife çiçeklerimizi asıyoruz o ipe.



Hindistan da otobüs yolculuğu uzun saatler sürmesine rağmen çok da sıkıcı değil. Çünkü yol boyunca gerçek hayata ve yaşamdan karelere, insanlara otobüsün camından sanki bir filmi ekrandan izlermiş gibi tanık oluyorsunuz. Fotoğraf çekiyorsunuz. İlk defa gördüğünüz ve anlam veremediğiniz şeyleri- ki rehber bile olsanız bir fikir yürütmeyi gereksiz bulup- rehberinize soruyorsunuz. Jaipur yolunda yol boyunca bir sürü maymun görüyoruz. Rehberimiz bu yolculuk esnasında ne sebeple olursa olsun maymunlarla haşır neşir olmamamızı söylüyor.Yoksa sürekli elektrik kesintileri ile meşhur bir yerde saklanmış kuduz aşılarını olmak zorunda kalabilirmişiz. :) 


Şehir merkezine vardığımızda saat neredeyse 3 olmuş. Açlık başımıza vurmuş kıvama gelmiştik. Akşam kalacağımız otelin zincirlerinden bir başka otelin bir salonunda çay ve atıştırmalık rezervasyonu yaptırıp bu saray-otele yöneliyoruz. Eski bir MAHARAJA nın sarayı şimdi bir otel olarak hizmet veriyor. Bu ülkede duvarlar,çitler iki farklı dünyayı birbirinden ayırmayı iyi beceriyor. Sokakta tozun pisin yada çöplerin ortasından geçip kapıdan girdiğiniz anda başka bir dünyanın ortasında bulabiliyorsunuz kendinizi. Bu mekanda öyle. Son derece bakımlı adeta cennet den bir köşe dediğimiz bir bahçe ile çevrili. Dış bahçede eski bir tren ve üstü açık bir klasik otomobil ilk ilgimizi çeken şey. Etrafta bir sürü tavus kuşu salınarak dolanıyor. Geleneksel Rajput askeri kostümleriyle otel görevlileri karşılıyor bizi. Mimari ve dekorasyon etkileyici. E kolay değil.. şehrin en lux otellerinden birinde çay seremonisi organize ettik. İç avluda elindeki beyaz bayrağı sağa sola sallayan bir arkadaş gözümüze çarpıyor. Bir yandan fotoğraf çekip bir yandan da o bayrak bize mi sallanıyor da biz mi anlamadık şeklinde bir his var üzerimizde. Meğer biraderin görevi avluya konan kuşları rahatsız edip kovmakmış. Hayvanlara karşı çok hassas bu Hintliler :) 






Şimdi sırada günün son ziyareti, gün batımından hemen önce tanrı Vişnu ve Laxmi ye adanmış, BIRLA ailesi tarafındn 1983 de yaptırılmış modern bir tapınağa ziyaretimiz var. Burada ki ilk tapınak ziyaretimiz. Aslında  heyecan verici. Ne göreceğimizi bilmiyoruz. Yine ayakkabılar çıkacak. Hayır çıkartmasına çıkartalım ama biz camilerde turistlerimizi muhtemel çalınmasına karşı uyarırız ve ayakkabı torbalarını yanlarından ayırmamalarını hatırlatırız. İyide burda ayakkabıları yanımızda taşıma şansımızda yok. O zaman bizde yerel rehberimizi tur boyunca ayakkabı bekleme görevi ile onurlandırırız ;-)

Tapınağa çıkan yolun başında, çeşitli tezgahlar üzerinde patates köftesimi yoksa kurabiyemi olduğunu anlamadığım küçük sarı toplar satılıyor. Ziyarete gelenler bunlardan bir miktar alıp gözden kayboluyorlar. Hayır ne işe yarıyor bunlar? Etraf o kadar kalabalık ki, satın alanın ne yaptığını da göremiyoruz. İçinden çıkamadığımız her konu da Elif'in derin bilgine baş vuruyoruz. Meğer Vişnu yani tapınağın adandığı tanrının hikayelerinden birindeki küçük tereyağı toplarını hatırlatırmış. Bugün tezgahlarda satılanlar elbette yağ değil. Ama ziyaretciler her dini mekan civarında el açıp, yardım bekleyenlere olduğu gibi bu tapınak civarında karınlarını doyurmayı bekleyenlere ikram etmek üzere hayır maksadıyla alıyorlarmış bu sarı köfteleri.

BIRLA MANDIR beyaz mermerden yapılmış.  Yekpare binanın üzeri 3 farklı dine atfen, 3 farklı kubbe ile kapatılmış. İç mekan da fotoğraf çekmek yasak olduğundan tapınağın etrafını tavaf ederken, sütünlardaki İsa,Musa,Sokrates rölyefleri dikkat çekici buluyorum. Sen Vişnu ya tapınak ada, onunda sütünuna getir İsa'yı Musa'yı oturt. Oturmak demişken, bence tapınakdaki en güzel görüntü arka kapıda merdivenlere oturmuş, birazdan töreni yönetecek rahiplerin gün batımını izlemesiydi:)