Ankara’nın Bahçeli'sinde, birkaç saatliğine
sofrasına ve sohbetine katılma şansını yakaladığımda, İstanbul’da yaşadığımı
öğrenen Sevgili Emre Madran Hoca, bana hiç duraksamadan şunu sormuştu: “Söyle
bana, nasıl yapıyorsunuz?”
Ortamın ve sohbetin güzelliğini hazmetme
gayreti içinde olan ben, o şaşkınlıkla hocanın sorusunun mealini anlamaya
çalışarak, "Neyi nasıl yapıyoruz hocam?" diye cevap verdim. Meğer
hoca bir İstanbul ziyaretinde, "hadi akşama buluşup, bir şeyler yiyip
içelim" diye aradığı dostlarının; ulaşımı, buluşma mekânını, evdekileri,
davete icabet edilse bile geri dönüş yolundaki zorlukları bahane olarak
sıralamalarını dinlemiş ve “keşke en az iki gün önceden haberimiz olsaydı”
cevabı karşısında hayrete düşmüş. Yaşamakta olduğu Ankara’nın en güzel
taraflarından birini de şöyle açıklamıştı: “Biz burada telefonu kapattıktan 20
dakika sonra masaya otururuz. Masadan kalktığımızda da en az iki kapıyı kahve
içmek için çalarız.”
Üniversite
yıllarını Ankara’da geçiren ben, hocanın ne demek istediğini öyle iyi
anlıyordum ki...
Anlıyorum çünkü ; biz büyük şehirlerde yaşayanlar ( kızım
İstanbul sana söylüyorum, gelinim Ankara sen anla) sokağa her adım attığımızda,
kalabalıktan, trafikten, pahalılıktan bunalıp sayıp sövmeyi günlük âdet haline
getirdik çoktan.
Tüyap Kitap Fuarı için İzmir’den gelen
arkadaşlarımızdan biri, bu şehirde yaşama hayalini, her türlü keşmekeşine ve
zorluğuna gönüllü razı oluşunu anlatırken, daha birkaç saat olmuştu uçaktan
ineli. Oysa ertesi gün 2,5 saat arabayla gidip, 3 saatte de geri döndüğü fuar
ziyareti sonrasında, bir yerden bir yere gitmek için, hocayı hayrete düşüren 2
ekstra güne neden ihtiyaç duyduğumuzu anlamış olmalıydı. Hatta o gece hep
beraber yemek yediğimiz masamıza her gelenin, önce yaşadığı ve mecbur olduğu
keşmekeşe, sonra da trafikte harcanan zamana saydırıp sövmesinden anlamalıydı
ne çektiğimizi.
Orhan Veli’nin gözlerini kapatıp dinlediği
İstanbul değil artık bizim yaşadığımız şehir. Artık sadece hava bedava dışarı
çıktığımızda. Korkumuz, bir gün sokağa adım attığımızda, içimize çektiğimiz
havanın parasını talep edecek belediye memurları ile karşılaşmak. Ya suya ne oldu dersiniz bu arada? Bir gecede
yüzde yüz zamlandı. Bir yada iki gün önce 50 kuruşa aldığımız su şişeleri, hem
marka hem de fiyat olarak sınıf atladı. Üstelik sertliğini hiç sevmediğimiz,
içmekten imtina ettiğimiz bir şişe suya, iki katı ödemek zorunda bırakıldık.
|
Bu İstanbul ki emsalsiz
ve değerlidir,Bir taşına bütün Acem (İran ) ülkesi fedadır. |
Edilen tüm bu şikâyetlere rağmen, hiç
kimse, pılıyı pırtıyı toplayıp, artık beton yığını haline gelmiş bu şehirden
kaçarak huzur bulacağı bir yere gidip yerleşmeyi aklından bile geçirmez.
Aklından geçirse bile hayata geçirecek cesareti bulamaz kendinde. Çünkü
vazgeçemeyiz hiçbirimiz, bir gurup vakti İstanbul silüetini şehrin değişik
yerlerinde seyretmekten. Muazzam bir gün batımında, muhteşem renklerle bezenmiş
manzaranın, o kısacık an boyunca bize yaşattığı hazla başka hiçbir şeyin önemi
kalmayıverir. Bir vapurun güvertesinde
içtiğimiz çay ne kadar karbonatlı umurumuzda olmaz. Çünkü o acı tat yerine
gözün gördüğü güzelliklerdir hatırda kalan. İşte o anlarda anlarız
vazgeçemeyişin nedenini ve hak veririz şair Nedim’in “Bu şehr-i Sitanbul ki bi misl ü behadır, Bir
sengine yekpare Acem Mülkü fedadır” * deyişine.
Ve o anları düşünürüz hep; tıpkı tutkulu
bir aşkın kalpte bıraktığı duygular gibi, unutmaya çalışıp da asla kalbimizden
silemediğimiz hem üzüp hem de mutlu etmiş yar gibi, tıpkı acı çekerken aynı
anda o acıdan gizli bir zevk aldığımızı fark eder gibi…
Düşünür ve anlarız, bir şehirden nefret
ederken, aynı anda ondan vazgeçemeyecek kadar tutkuyla bağlı olmanın adıdır
İSTANBUL. Ve sevmek, her şeye rağmen kalmaktır belki...