24 Nisan 2014 Perşembe

Hindistan'da "olmak" ...

Misal...

Hindistan'da inek olmak...çok şahane bir durum. İnek Hindularca kutsal sayıldığından kimse ineklere karşı bir yanlış yapmıyor. Üzerinde yaşadığımız dünyanın sembolü, hayatın ve devamlılığın simgesi olarak görüyorlar. Gitmeden önce okuduklarımızdan,duyduklarımızdan ineklerin dokunulmazlıklarını biliyorduk da, bunu yaşanılan ortamda gözlemek de oldukça ilginç. Yok artık dediğiniz bir sürü sahneye şahit oluyorsunuz. Halk o an, o ortam yaratılırken hayvan oranın habitatında hep varmış gibi davranıyor. Kimse kimsenin ineğine kışt demiyor. Yada hemşerim kim saldı bu ineği buraya, nerede bunun sahibi gibi bir durumla karşılaşmanız mümkün değil. Kesip etini yemiyorlar. Kendi karınlarını doyurmakta zorlandıkları için inekleri beslemek gibi de bir çabaları yok. Sırf bu sebepden iri cüsselerine rağmen pek çoğunun kemikleri sayılıyor. E peki bu hayvan nasıl karnını doyuruyor derseniz, sokaklardaki çöp yığınlarının içinden illaki bir şeyler buluyor yemek için. İlla sokaklardaki çöp yığınlarına bir sebep aranacaksa, bundan güzeli olmaz bence.

 
Hindistan'da kadın olmak...bazı anlarda keyifli, çok cana zor, hele kocası ölmüş bir kadınsanız da felaketin diğer adı. Kocası ölen kadın adeta yaşarken ölmeye zorlanıyor toplum baskısıyla. Renkli giyinmek yasak.Sadece beyaz giyebilirler. Hemen saçlarını kesiyorlar. Makyaj dan vaz geçiyorlar. Onu güzel yapan ne varsa,sırf kocası öldü diye vazgeçmek zorunda. Yeniden evlenmesi imkansıza yakın. Çalışamaz, çünkü iş bulamaz. Sadece dul kadınların yaşadığı sığınma evlerinde yaşamak zorundalar. Erkeğin ölümüyle dul kadının kocası ile birlikte canlı canlı yakılması geleneğinden çok şükür ki dünya kamuoyunun baskısıyla da 1987 yılında kanunla vaz geçilmiş.Çocuk gelin sorunu tıpkı bizdeki gibi orada da toplumsal bir yara. Bu konuyla ilgili Türkçe'ye KANLI SU olarak çevrilen 2005 yılı yapımı yönetmen Deepa Mehta'nın WATER filmini şiddetle tavsiye ederim. Ben döndükten sonra izledim ve sorunun boyutlarını daha iyi kavradım.
Öte yandan Hindistan'da kadın olmak dışarıdan bakılınca keyifli,neşeli, eğlenceli... çünkü bizdekinden farklı bir güzellik anlayışları var. Çok renkli, cıngıl, cıngıl, ışıl ışıllar. Takıp takıştırıyorlar. İlla pahalı, değerli olması gerekmiyor. Kollarında boydan boya en az 6 yada 8 tanesini bir arada taktığınız " Bangle" dedikleri bilezikleri var. Takıya, bijuteriye hiç meraklı olmayan biriyseniz bile, üç gün sonra "yaw ne de hoş duruyor" diyebiliyorsunuz. İki kaşlarının arasına illaki bir "bindi" yapıştırıyorlar. Hatta bu o kadar doğal bir şey ki çoğu erkek yada çocukta da var. Kadınların kullandığı her boy,şekil,renk ve desende yapıştırmalı. Genelde doğru bilinen bir yanlış bunun evli kadınlara has bir şey olduğu. Evli kadınlar saçlarının arasına kırmızı boya sürüyorlar.

Hindistan'da çocuk olmak... çok sevimli bir durum. Diyeceksiniz ki çocuğun sevimsiz olanı da mı var. E bazen var. Ama Hintli aileler çocuklarını nazardan ve kem gözden korumak için gözlerini yüzlerini boyuyorlar. Halbuki bir turist olarak onları çok daha sevimli ve şirin bulup resimlerini çekmek istiyorsunuz.

Allahtan çoluk çocuk resim çektirmeye pek meraklılar. Bazen biri kolunuzdan çekiştirip ön dişlerinin arasında konuştuğu İngilizceyle "You are very beautiful...Can we take a picture?" diye gayet rahat soruyor. Memleket de biri böyle yapsa içteki en fesat duygular, karşıdakine bir dalma, kafa göz yarma isteği su yüzüne çıkar. Ama Hindistan'da bunu yapanın bir genç kız olması, konuya ilişkin tüm kötü düşünceyi yok ediyor. "Ah canım tabiiisi de çekinelim!!!" moduna geçiveriyorsunuz. Hatta Agra kalesinden çıkıp grubun geri kalanını tünediğimiz duvarın üzerinde beklerken, yanımdaki sarışın arkadaşımla aramızda birden bire küçük bir bebek peydah oldu. Bu çocuk da nereden geldi demeye fırsat kalmadan anladık ki ailesi, biri sarı diğeri turuncu kafalı Hindistan topraklarında nadir görülen iki kadının arasında hatıra fotoğrafı çekmek istemiş. E tabi bizede çocuğun yanaklarını mıncırarak poz vermek düştü :) 


Hindistan'da şoför olmak...bilemiyorum nasıl bir şey. İstanbul'da kazasız belasız araba kullanıp, ya fena da şoför değilim aslında diye içten içe düşünen biriyseniz, bu özgüven Hindistan'da anında yerle bir olabilir. Çünkü sokağa adımınızı atmanızla başlayan korna sesleri hiç bir zaman kesilmiyor. Trafikte korna çalmak bir iletişim şekli. Yollarda gördüğünüzü her kamyon veya kamyonetin arkasında sanki yazmak zorunluymuş gibi "Blow Horn" yada "Horn Please" yazıyor. Bak uyar dedim sen uyarmadın... O zaman sorumluluk senin manasında bir yazı. Birde bu kadar kargaşanın içinde herhangi bir trafik kuralından bahsetmek de oldukça abes. Ama ilahi bir güç olması muhtemel trafik kazalarını engelliyor. Sağda solda önde arkada, otobanda veya şehir içi trafikte bu kadar motosiklet nasıl oluyor diye de düşünmeden edemiyorsunuz. Birde bunu düşünürken, nasıl oluyor da, benim ülkemde, okumuş, yazmış, eğitimli kesim, motosiklet üzerinde kask takmaya gerek görmezken, burada nasıl bir bilinç var ki, herkesin kafada kask var demeden de edemiyorsunuz. Yolarda sıklıkla kask tezgahları var.

Hindistan'da seyyar satıcı olmak....ne anlatılırsa anlatılsın yaşamadan bileceğiniz bi şey değil. Oraları görmeden, buradaki, seyyar satıcıya, trafikteki kornaya, arabaya, yollardaki kalabalığa sinirlenen ben, bunlara neden sinirlendiğimi yeniden gözden geçirmeye karar verdim. Hatta... hakkındır kardeşim, buyur ne arzu ediyosan sana helal... deme aşamasındayım. Tur esnasında anlatım yaparken yanaşan satıcıya ' höt ! ' derseniz kenara çekilip bekler yada başka bir grupda şansını dener. Ama burada sattıkları mala gözünüzü değdirmeniz yada satıcı ile en ufak bir göz teması, şanslarını sonuna kadar zorlamaları için yeterli. Üstelik iyi kötü hepsi İngilizceyi konuşup anlamasına rağmen ne hikmetse ' No...Thank You ! '  demenin ne anlama geldiğini tövbeler olsun anlamıyor. Ya da bak ben ondan aldım. Bir tane daha istemiyorum demek etrafınızdaki satıcı gürühuna bir tane daha alabilecek potansiyelinizin olduğunu gösteriyor. Ancak kendinizi otobüse atabilirseniz bu taciz den yırtma şansınız var. Bu sefer de rehbere yolcuların almak isteyip istemediklerini sorması için yalvarıyorlar. Otobüsün kapısı kapanıp da hareket ettiğiniz zaman anlıyorlar ki ... no more chance. 

Hindistan'da Pazar gazeteleri... okumak çok eğlenceli. Çünkü o gün sayfa sayfa eş arayanların ilanları çıkıyor. E ülke büyük, nufus kalabalık. İnsanlar yasalarda olmayan bir kast sistemiyle ötekileşmişler. Memleketde de durum çok farklı değil ama henüz gazetelere yansımadı olay. Bizde Esra Erol'un yaptığı işi burada pazar gazeteleri yapıyor. İlanı veren bildiğin kendini öve öve bitiremiyor. Okuduğu okullardan, kazandığı paradan, ait olduğu sınıfa, hatta elindeki Avrupa veya Amerika daki çalışma izinlerine varana kadar ilanda anlatıyor. Alt metin anlayana "takıl bana hayatını yaşa"... :)) 


23 Nisan 2014 Çarşamba

Hindistan'dan geliyorum

Hep batıya, hep batıya olmaz dedim. Bu seferde bir doğu seferi için hazırlandım. Hiç aklımda yokken Hindistan çıktı rotamızda... 

Kime söylediysem orya gidiyorum diye, "Aaaaa! Ne güzel... Ama çoook pismiş... Napıcaan?" çıktı ağızlardan. Olsun kardeşim. Duyan da dünyanın en temiz ülkesinde yaşıyorsunuz falan sanır. Sanki pis olan yere gitmek mübah değilmiş gibi... Sanki sokaklarınızın temizliği ruhların pisliğini örtermiş gibi. Bu sefer rehber koltuğunda değil yolcu koltuğundayım. Ama diğer koltuklarda oturanların çoğu meslektaşım.Üstelik bir Hindistan turunda olabilecek en iyi rehberle yollardayız ; Elif Çamlıkaya. İşine aşik, bilgisini paylaşmaktan mutlu olan, aynı işi yapmaktan gurur duyduğum tüm meslektaşlarıma bin selam gönderip buradan, Elif'e bir kere daha sevgi ve teşekkürlerimi sunarım bu satırlardan.


Daha önceki tecrübelerim ve de yaş almanın bana getirdikleriyle kimseyle paylaşmam odamı dedim. Şubat ayinin başında, Hindistan da havalar gayet güzelken, terin suyun içinde kalmadan dolaşabilelim diye, atladık THY nin Delhi seferine... Sabaha karsı gun ağarmadan bulduk kendimizi gece ayazının içinde... E hani buralarda hava yaz gibiydi... Bildiğin gece ayazı ortalık. 


6.5 saat uçmuşuz. İndik, bindik, uyuduk, uyandık derken, sersem sepelek bizi almaya gelen otobüsü beklerken, yanımızda baska bir otobüse binen Alman grubun çiçeklerle karşılandığını gordum. Vaaay dedim. Ne acentalar var. Ne sirinlikler yapıyor yolcularına. Derken bizim otobüs yanaştı. Bavullar otobüsün altına değil arka kısmındaki devasa boşluğa yerleşti. Birde ne göreyim. Elif elinde taze kadife çiçeklerinden yapılmış kolyeleri bir bir takıyor boynumuza. Meğer kadife çiçekleri, tanrılar katında en sevilen çiçekmiş. Ondanmış her tarafta o sarıdan turuncuya donen sıcacık renkli çiçekler.

Normalde Delhiden Jaipur a otobüs yolculuğu ile devam edecektik.Ancak o binlerce Hint tanrılarımı yoksa yüce Mevla mı bilmiyorum,yüzümüze  güldü de 2 gün Delhi konaklamamızın birini gelir gelmez kullanabildik. Eğer blogu okuyup da Hindistan'a gitmeye  karar verirseniz aklınızda olsun. Delhi de konaklamazsanız, 6.5 saat uçak yolculuğundan sonra 5 saat otobüs yolculuğu yapmak zorundasınız.

Otelimiz bize sabahın erken saatinde oda veremedi ama kahvaltı verdi. Böylece meşhur Hint mutfağı ile ilk günden tanışmış olduk. Ne olduğunu bilmediğimiz ama tadarak anlamaya çalıştığımız bir şeyler yiyerek kahvaltı ettik. Bu arada otellerde genellikle poşet çay içmeye alışık olmamıza rağmen demleme çay en hoşumuza giden şey oldu. Gerçekten anladık ki çay tiryakileri için bir cennet burası.


Delhi'yi gezmeye başlıyoruz...

İlk durak JAMA Mescit. Namı diğer Cuma Camisi. Bu cami Hindistan'ın en büyük camisi.Açık  avlusuna rağmen Hindistan da ziyaret edeceğimiz her dini mekanı ya çorapla yada çıplak ayakla gezmemiz gerek. Hatunlar da kapıda verilen pardösü gibi giyilen çiçekli elbiseleri giyiyor. Fotoğraf makinesi içinde bilet almak gerekli. iyi güzel de, elimizdeki galoşlar hepimize 2 numara büyük. Zaten ilk ziyaret den sonra galoş giymeye çalışmanın abesle iştigal olduğunu anlayıp, ya çorapla yada çıplak ayakla takılıyoruz aynen Hintliler gibi.

Devasa bir avlu... Ne kadar büyük olduğunu gözlerinizle görmeden resimlerden algılamanız çok zor. Avlunun 3 tarafında 40 mt yükseklikte taç kapılar, tam ortasında da bizdeki şadırvan muadili bir havuz... Bildiğin üzeri açık durgun su. Lakin havuzun suyunda tek eksik biziz. İnsanlar bu suyu kullanarak abdest alıyorlar. Rahmetli Turhan Dursun'un 'Kulleteyn' kitabında durgun su hakkında yazdıkları geliyor aklıma. Çok merak eden okusun diye buraya da not düşüyorum bu sebeple.





Bu avlunun bir köşesinde Hz.Muhammed'e ait olduğu söylenen eşyaların muhafaza edildiği bir kısım var.Her taraf kırmızıyken burası beyaz boyalı.  Bir sakalı şerif, el yazması kuran sayfaları ve Topkapı Sarayında ki ayak izinin eşi olduğu söylenen kutsal emanetleri ziyaret ediyoruz. 

Bu gün ikinci ziyaret Hindistan'ın kurucu babası Gandi'nin yakıldığı Raj Ghat'ında içinde olduğu park.Hindistan'da  günlük hayatın geçtiği sokak ve yerli halkla beraber turistlerin ziyaret ettikleri mekanlar birbirinden o kadar farklı ki. Ziyaret edeceğiniz yerin duvarlarını aşıp kapısından girdiğinizde farklı bir dünyada buluyorsunuz kendinizi. Gandi'nin krematoryum u da aynı böyle. O kadar güzel,

bakımlı,baştan sona yeşil ve ağaçlıklı...Ya yukarıdan bakıyorsunuz yada ayakkabılarınızı çıkartıp mermer masanın başına kadar gidip dokunuyorsunuz. Masanın bir köşesinde sürekli yanan bir ateş var. Gandi'nin fikirlerinin hiç sönmeyen bir ışık  olduğu anlamına atfedilmiş. Bazıları ondan hoşlanmasa da Gandi'nin bu topraklar ve bu insanlar üzerindeki etkisi ve kazandırdıkları tartışılmaz. Hele bu seyahatda ilk defa öğrendiğim tuz yolculuğu gerçekten çok etkileyici. Sizdemi merak ettiniz. Hindistanı anlattığım diğer sayfalara da bir bakıverin bakem :) 

Akşam olmak üzere... Bizde yorgunluktan ölmek üzere... Otele geri dönüyoruz.Gün boyunca toza toprağa bulandıktan sonra sıcak su ile buluşmak şahane bir duygu...


Jaipur yolunda...

Bu sabah JAIPUR a hareket ediyoruz. Delhi-Jaipur arası 235 km. Memlekette bu mesafeyi 2 saat 15 dk da kat edebiliriz ama buranın yol şartlarında önümüzde 5 saatlik yolumuz var. 

Sabah otobüsün içinde tarifi zor, etkisi hoş bir koku var. Meğer şoförümüz yola çıkmadan kazasız belasız bir yolculuk için tütsü yakmış,GANEŞ heykelciği önünde ritüel yapmış. Her sabah bu hoş kokuyla yolculuğa başlıyoruz. Otobüsümüz eski görünüşlü ama temiz, pencerelerin ortasından geçen bir çamaşır ipi var. Ama perde yok. Bir de İngiliz dönemindeki havalandırmalara atfen orada tutulan mini vantilatörler. Allahtan air-condition çalışıyor.

Yakın geçmişte yaşanmış korkunç tecavüz olayı sonrası otobüslerde perde bulunması ve perdeler kapalı yolculuk yapılması yasaklanmış. Eğer güneşten bunalırsanız, boynunuzdaki eşarbı asabilirsiniz o çamaşır ipine gölge etmesi için.Oysa biz bu akşam ziyaret edeceğimiz tapınaktaki tanrılara sunacağımız, havaalanında boynumuza takılan kadife çiçeklerimizi asıyoruz o ipe.



Hindistan da otobüs yolculuğu uzun saatler sürmesine rağmen çok da sıkıcı değil. Çünkü yol boyunca gerçek hayata ve yaşamdan karelere, insanlara otobüsün camından sanki bir filmi ekrandan izlermiş gibi tanık oluyorsunuz. Fotoğraf çekiyorsunuz. İlk defa gördüğünüz ve anlam veremediğiniz şeyleri- ki rehber bile olsanız bir fikir yürütmeyi gereksiz bulup- rehberinize soruyorsunuz. Jaipur yolunda yol boyunca bir sürü maymun görüyoruz. Rehberimiz bu yolculuk esnasında ne sebeple olursa olsun maymunlarla haşır neşir olmamamızı söylüyor.Yoksa sürekli elektrik kesintileri ile meşhur bir yerde saklanmış kuduz aşılarını olmak zorunda kalabilirmişiz. :) 


Şehir merkezine vardığımızda saat neredeyse 3 olmuş. Açlık başımıza vurmuş kıvama gelmiştik. Akşam kalacağımız otelin zincirlerinden bir başka otelin bir salonunda çay ve atıştırmalık rezervasyonu yaptırıp bu saray-otele yöneliyoruz. Eski bir MAHARAJA nın sarayı şimdi bir otel olarak hizmet veriyor. Bu ülkede duvarlar,çitler iki farklı dünyayı birbirinden ayırmayı iyi beceriyor. Sokakta tozun pisin yada çöplerin ortasından geçip kapıdan girdiğiniz anda başka bir dünyanın ortasında bulabiliyorsunuz kendinizi. Bu mekanda öyle. Son derece bakımlı adeta cennet den bir köşe dediğimiz bir bahçe ile çevrili. Dış bahçede eski bir tren ve üstü açık bir klasik otomobil ilk ilgimizi çeken şey. Etrafta bir sürü tavus kuşu salınarak dolanıyor. Geleneksel Rajput askeri kostümleriyle otel görevlileri karşılıyor bizi. Mimari ve dekorasyon etkileyici. E kolay değil.. şehrin en lux otellerinden birinde çay seremonisi organize ettik. İç avluda elindeki beyaz bayrağı sağa sola sallayan bir arkadaş gözümüze çarpıyor. Bir yandan fotoğraf çekip bir yandan da o bayrak bize mi sallanıyor da biz mi anlamadık şeklinde bir his var üzerimizde. Meğer biraderin görevi avluya konan kuşları rahatsız edip kovmakmış. Hayvanlara karşı çok hassas bu Hintliler :) 






Şimdi sırada günün son ziyareti, gün batımından hemen önce tanrı Vişnu ve Laxmi ye adanmış, BIRLA ailesi tarafındn 1983 de yaptırılmış modern bir tapınağa ziyaretimiz var. Burada ki ilk tapınak ziyaretimiz. Aslında  heyecan verici. Ne göreceğimizi bilmiyoruz. Yine ayakkabılar çıkacak. Hayır çıkartmasına çıkartalım ama biz camilerde turistlerimizi muhtemel çalınmasına karşı uyarırız ve ayakkabı torbalarını yanlarından ayırmamalarını hatırlatırız. İyide burda ayakkabıları yanımızda taşıma şansımızda yok. O zaman bizde yerel rehberimizi tur boyunca ayakkabı bekleme görevi ile onurlandırırız ;-)

Tapınağa çıkan yolun başında, çeşitli tezgahlar üzerinde patates köftesimi yoksa kurabiyemi olduğunu anlamadığım küçük sarı toplar satılıyor. Ziyarete gelenler bunlardan bir miktar alıp gözden kayboluyorlar. Hayır ne işe yarıyor bunlar? Etraf o kadar kalabalık ki, satın alanın ne yaptığını da göremiyoruz. İçinden çıkamadığımız her konu da Elif'in derin bilgine baş vuruyoruz. Meğer Vişnu yani tapınağın adandığı tanrının hikayelerinden birindeki küçük tereyağı toplarını hatırlatırmış. Bugün tezgahlarda satılanlar elbette yağ değil. Ama ziyaretciler her dini mekan civarında el açıp, yardım bekleyenlere olduğu gibi bu tapınak civarında karınlarını doyurmayı bekleyenlere ikram etmek üzere hayır maksadıyla alıyorlarmış bu sarı köfteleri.

BIRLA MANDIR beyaz mermerden yapılmış.  Yekpare binanın üzeri 3 farklı dine atfen, 3 farklı kubbe ile kapatılmış. İç mekan da fotoğraf çekmek yasak olduğundan tapınağın etrafını tavaf ederken, sütünlardaki İsa,Musa,Sokrates rölyefleri dikkat çekici buluyorum. Sen Vişnu ya tapınak ada, onunda sütünuna getir İsa'yı Musa'yı oturt. Oturmak demişken, bence tapınakdaki en güzel görüntü arka kapıda merdivenlere oturmuş, birazdan töreni yönetecek rahiplerin gün batımını izlemesiydi:)