27 Şubat 2012 Pazartesi

Kamerama Takılanlar... Ordan... Burdan (Geç Kalmış Yayın)

Beyrut da sabahları şeker tadında hava, yılbaşı ertesi her yer kapalı, insanlar geceden kalmış, uykuda… fotoğraf çekmek için saldım kendimi sokaklara…

 Beyrut da  her dine ,her meshebe ait ibadethaneler sırt sırdta gökyüzüne uzanıyor.

Downtown da mavi kubbeli El- Emin Camii ve hemen yanıbaşında St.George Ermeni Katedrali. Katedralin girişi, yıldız formu  verilmiş, ortasındai saat kulesinin bulunduğu , 8 sokağı birleştiren meydana açılıyor.








 Grand Serail dedikleri, eski Osmanlı kışlasının hemen önünde uzanan Roma Hamamı kalıntıları.Tabandaki ısıtma sitemi, tekniği mükkemmel şekilde gösteriyor görebilen gözlere...


 
 Lübnan'ın Turgut Özal'ı olarak nitelenen,savaş sonrasında küllerinden yeniden doğmaya çalışan ülkenin lideri Refik Haririi'nin mezar anıtı. Halk, yolunun üzerindeki mezar anıtını günün her saati ziyaret edip dua ediyor.



  Beyrut'da nadir olarak görebileceğiniz korunan eski ve eskiyi yok etmek üzere olan modernizmin bir  aradaki uyumu.







Trabzon’da Türk Kahvesi İçmek Zor - 1


Güzel ülkemin güzel insanlarının yaşadığı, Karadeniz bölgesinin Türkiye haritasındaki yerini gözünüzün önüne getirin. Bir sağına, bir ortasına, bir de soluna 3 nokta koyun. En sağdakine Trabzon, ortadaki ne Samsun, en soldakine de Sinop diyin. Bu yazının konusu o en sağdaki Trabzon’da geçiyor. 

Trabzon sırtını dik yamaçlara dayamış, bölgenin Samsun’dan sonra en büyük ama İstanbul’la kıyasladığınızda, onun birçok ilçesinden küçük ve o ilçe nüfusundan az kişinin yaşadığı bir cennet kent. Genel nüfus 2010 yılı rakamlarına göre 764.000 kişi. Merkezde yaşayanlarsa 230.000 civarı. Kentin tıpkı İstanbul gibi bir Ayasofya’sı var. Öte yandan her gidişimde içim acıyarak görüyorum şehrin sırtlara yükselen yeni apartmanlarını. Her gittiğimde biraz daha yok oluyor şehrin kendine has o güzelim yeşili. Tıpkı İstanbul gibi.
Ununu elemiş, eleğini de duvara asmış ama gezip görmekten vazgeçmemiş, üçüncü yaş grubu İngiliz misafirlerimiz, Trabzon limanına yanaşan gemiden inip, ortalama 30 kişilik gruplar halinde otobüslere biniyorlar. Benim otobüsümde tam 32 kişi var. Rakam, bu hikâyenin ana fikri açısından önemli.
         
Bizans’ın İmparatoru akıllılık edip kıyıya kurdurtmuş kilisesini. Bizans topraklarında yaşayan denizciler, sefere çıkmadan önce, kıyıdaki bu kiliseye gelip, sağ salim ailelerine kavuşabilmek için dua ederlermiş. Oradan da açılıverirlermiş, Ayasofya’nın arka bahçesinden baktığınızda sonsuzmuş gibi duran gri renkli denize. Bugün Trabzon limanından çıkıp Ayasofya’nın kapısına ulaşmak en fazla 5 dakika alıyor. Hadi olsun 7 dakika. 

Resim kendi arşivimden değil.Kimin kadrajından çıktığını da bulamadım.
Bukadar mı dediğinizi duydum. Hayır elbette o kadar değil.  Trabzon'un tepelerine kurulu o bembeyaz köşkü ziyaret etmeden dönülürmü limana. Atatürk'ün şehri ziyaretlerinde konakladığı bu beyaz dantel gibi bina, halk tarafından satın alınıp hediye edilmiş Ata'sına.Şimdi müze olarak ziyarete açık.
 
Günün sabah kısmında bitirdiğim Ayasofya turunun ardından, öğle sonrasında bana düşen turun adı BOZTEPE. Karadeniz’in neredeyse her şehrinde bir Boztepe var. Genelde araçla ulaşabildiğiniz en yüksek rakımlı ve neredeyse şehrin tamamını kuşbakışı görebildiğiniz yere Karadeniz’de Boztepe deniyor. En azından benim gördüğüm bütün Boztepeler böyle. “Adını Boztepe koyduğumuz ”  bu Trabzon turu bir “ oryantasyon” turu. Yani misafirleri otobüsle şehirde dolaştırıp, etrafı tanıtacağız onlara. Otobüsten ancak fotoğraf çekmek için inebilirler. Boztepe’ye çıkılıp Trabzon’a tepeden bakılacak. Fotoğraf molası verilecek.

Ve yine tahmin edeceğiniz üzere Trabzon gibi bir şehirde, bu işi turun ilk yarım saatinde tamamlamak mümkün. Gezimizin son durağı, Trabzon’un çok sevdiğim kocaman ağaçları altındaki çay bahçelerinde vereceğimiz çay-kahve molası. Fotoğraf için durduğumuz yerle çay-kahve molası arasında ki en fazla 10 dakikalık yolda, elimde mikrofon, otobüsteki yolculara Karadeniz’in çayını değil de kahvenin bu topraklara nasıl geldiğini anlatmayı seçtiğimde, bilmiyorum az sonra başıma gelecekleri. Her bir turda öğrenecek bir şeylerin olduğunu ve “asla ben oldum” dememek gerektiğini biliyorum sadece.
Merak mı ettiniz?  Hadi o zaman tıklayın "Kahve'nin Hikayesi" ne :)

Bir şehri sevmenin ve nefret etmenin tek yolu...


      Ankara’nın Bahçeli'sinde, birkaç saatliğine sofrasına ve sohbetine katılma şansını yakaladığımda, İstanbul’da yaşadığımı öğrenen Sevgili Emre Madran Hoca, bana hiç duraksamadan şunu sormuştu: “Söyle bana, nasıl yapıyorsunuz?”
Ortamın ve sohbetin güzelliğini hazmetme gayreti içinde olan ben, o şaşkınlıkla hocanın sorusunun mealini anlamaya çalışarak, "Neyi nasıl yapıyoruz hocam?" diye cevap verdim. Meğer hoca bir İstanbul ziyaretinde, "hadi akşama buluşup, bir şeyler yiyip içelim" diye aradığı dostlarının; ulaşımı, buluşma mekânını, evdekileri, davete icabet edilse bile geri dönüş yolundaki zorlukları bahane olarak sıralamalarını dinlemiş ve “keşke en az iki gün önceden haberimiz olsaydı” cevabı karşısında hayrete düşmüş. Yaşamakta olduğu Ankara’nın en güzel taraflarından birini de şöyle açıklamıştı: “Biz burada telefonu kapattıktan 20 dakika sonra masaya otururuz. Masadan kalktığımızda da en az iki kapıyı kahve içmek için çalarız.”
Üniversite yıllarını Ankara’da geçiren ben, hocanın ne demek istediğini öyle iyi anlıyordum ki...
 Anlıyorum çünkü ;  biz büyük şehirlerde yaşayanlar ( kızım İstanbul sana söylüyorum, gelinim Ankara sen anla) sokağa her adım attığımızda, kalabalıktan, trafikten, pahalılıktan bunalıp sayıp sövmeyi günlük âdet haline getirdik çoktan.
Tüyap Kitap Fuarı için İzmir’den gelen arkadaşlarımızdan biri, bu şehirde yaşama hayalini, her türlü keşmekeşine ve zorluğuna gönüllü razı oluşunu anlatırken, daha birkaç saat olmuştu uçaktan ineli. Oysa ertesi gün 2,5 saat arabayla gidip, 3 saatte de geri döndüğü fuar ziyareti sonrasında, bir yerden bir yere gitmek için, hocayı hayrete düşüren 2 ekstra güne neden ihtiyaç duyduğumuzu anlamış olmalıydı. Hatta o gece hep beraber yemek yediğimiz masamıza her gelenin, önce yaşadığı ve mecbur olduğu keşmekeşe, sonra da trafikte harcanan zamana saydırıp sövmesinden anlamalıydı ne çektiğimizi.


Orhan Veli’nin gözlerini kapatıp dinlediği İstanbul değil artık bizim yaşadığımız şehir. Artık sadece hava bedava dışarı çıktığımızda. Korkumuz, bir gün sokağa adım attığımızda, içimize çektiğimiz havanın parasını talep edecek belediye memurları ile karşılaşmak.  Ya suya ne oldu dersiniz bu arada? Bir gecede yüzde yüz zamlandı. Bir yada iki gün önce 50 kuruşa aldığımız su şişeleri, hem marka hem de fiyat olarak sınıf atladı. Üstelik sertliğini hiç sevmediğimiz, içmekten imtina ettiğimiz bir şişe suya, iki katı ödemek zorunda bırakıldık.

 * Bu İstanbul ki emsalsiz ve değerlidir,Bir taşına bütün Acem (İran ) ülkesi fedadır.

Edilen tüm bu şikâyetlere rağmen, hiç kimse, pılıyı pırtıyı toplayıp, artık beton yığını haline gelmiş bu şehirden kaçarak huzur bulacağı bir yere gidip yerleşmeyi aklından bile geçirmez. Aklından geçirse bile hayata geçirecek cesareti bulamaz kendinde. Çünkü vazgeçemeyiz hiçbirimiz, bir gurup vakti İstanbul silüetini şehrin değişik yerlerinde seyretmekten. Muazzam bir gün batımında, muhteşem renklerle bezenmiş manzaranın, o kısacık an boyunca bize yaşattığı hazla başka hiçbir şeyin önemi kalmayıverir.  Bir vapurun güvertesinde içtiğimiz çay ne kadar karbonatlı umurumuzda olmaz. Çünkü o acı tat yerine gözün gördüğü güzelliklerdir hatırda kalan. İşte o anlarda anlarız vazgeçemeyişin nedenini ve hak veririz şair Nedim’in  “Bu şehr-i Sitanbul ki bi misl ü behadır, Bir sengine yekpare Acem Mülkü fedadır” * deyişine. 

Ve o anları düşünürüz hep; tıpkı tutkulu bir aşkın kalpte bıraktığı duygular gibi, unutmaya çalışıp da asla kalbimizden silemediğimiz hem üzüp hem de mutlu etmiş yar gibi, tıpkı acı çekerken aynı anda o acıdan gizli bir zevk aldığımızı fark eder gibi…
Düşünür ve anlarız, bir şehirden nefret ederken, aynı anda ondan vazgeçemeyecek kadar tutkuyla bağlı olmanın adıdır İSTANBUL. Ve sevmek, her şeye rağmen kalmaktır belki...



Bir Web Gazetesi Macerası

Aslında iki taraf da iyi niyetliydi. Toprağımın gazetesiydi.
Bizim için yazı yazarmısın dediler... Yazmam mı hiç. Onur duyarım dedim. 

Bir köşe verdiler bana. Bak ama köşeyi buldum diye, köşeyi dönmeyesin.Ortadan kaybolacaksan hiç başlama dediler. Önce anlamadım ne demek olduğunu. Meğer köşenin tapusunu alan, "Merhaba" dedikten sonra yok oluveriyormuş ortadan. Yok dedim. Ben kendime güveniyorum. Yazmayı istediklerimin yanı sıra, çoktan yazdıklarımla en az bir sene kaybolmam ortadan diye de yokladım kendimi. Arşiv o kadar sağlam yani... Bir de dedim ben fotoğraf çekmeyi seviyorum. Hocalarım bana yazdıklarımı görsellerle belgelemeyi de öğrettiler. Kullanabilirmiyim? İstediğin kadar dediler.Ama sana ait olsun. Copy-Paste olmaz. Bir de telif, melif uğraştırma bizi. Yıllarca yazı yazsam, tükenmeyecek bir fotoğraf arşivim var. Çok şükür kimsenin emeğine göz dikmeyecek kadar da edebim. Hadi hayırlısı diyerek bir İstanbul yazısı ile yaptık siftahı.

Nereden bilirdim ! Hiç aklıma gelmedi. " İyi de sizin webmaster benim yazdıklarımı yayınlayabilecek kadar tecrübelimi?" diye sormak.

3.yazıyı gönderdim. Arkadaş kafasına göre yazının içinden bir kısımı gereksiz bulmuş.Kesmiş biçmiş.Yahu ben ne yaptım diye dönüp yaptığı işe bakmadan salmış yayına. Haydi ben kendimden vazgeçtim. Yaptığı işe, çalıştığı kuruma saygısızlık. 

Yapılan yanlışdan dolayı, webmaster'dan sorumlu bakanlık büyük bir zerafetle hatayı üstlenip özür diledi. Ancak Ocak 15 den bu yana, yazdığım yazı da yayına verilmedi. 

Neden artık yazmıyorsun diyenlere bir açıklama borcum vardı. Borcumu ödedim. 

Ne yazdığımı merak edenler, "Nuray'ın Seyir Günlüğü" nin sayfalarını "tık"lamaya devam etsinler.

Sevgi ve dostlukla....